Charlie Kaufman’ın aynı adlı romandan uyarladığı I’m Thinking of Ending Things Netflix platformunda izleyiciyle buluştu. Filmin bende bıraktığı ilk izlenim platformun “arada bir entel film yayınlayalım da ortam hepten çöpe dönmesin” politikasını yansıtması. Sahiden de platformda bulabileceğimiz nitelikli, tartışma yaratacak az sayıda filmden biri ile karşı karşıyayız. Ancak bu kadarla kalmıyor. Iain Reid’in romanını okumadığım için hakkında yorum yapamayacağım. Açıkçası (görünüşe aldanırsak) ülkemizde çok satanlar/satması arzu edilenler kategorisine sıkıştırılmış sıradan bir psikolojik gerilime benziyor. Güçlü kurgu, kafa karıştırıcı örgü ve ters yüz eden son… Bu tarif uygulanmış olabilir kitapta, bilemiyorum, günahını alıyorum! İyisi mi biz filme dönüp şunu soralım: Filmde de bu tarif geçerli midir?
Daha önce Being John Malkovich (Spike Jonze-1999), Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Michel Gondry-2004) gibi filmleri yazıp Synecdoche, New York (2008) ve Anomalisa (2015) filmlerini yöneten Kaufman’ın bu kez bir dünya yaratmak yerine yaratılmış bir dünyayı yeniden yaratma çabasına, başka bir deyişle uyarlamaya giriştiğini ve ortaya bir çeşit düş çıkardığını söyleyebiliriz. Yönetmen kitabı okuyup düşlere dalmış, gördüğü düşleri de filmleştirmiş! Genç bir kadının, sevgilisinin aile evine yolculuğunu konu alan I’m Thinking of Ending Things işte gerçeklik duygusundan bu denli uzak! Bu uzaklığı filmin başarı hanesine yazmak gerekiyor zira artık ne başı ne sonundan hiçbir şey anlaşılmayan filmler revaçta! Gizem duygusunun döküldüğü bu yeni form sürekli işlemi zorunlu kılıyor. Gizem sürekli işleniyor fakat çözüme ulaştırılmıyor. Bir anlamda kısır döngü tipi filmler diyebiliriz. Ek olarak şunu da diyebiliriz. Kaufman’ın filmi iddia ediyorum ki ülkemizde birçok makale ve teze konu olacaktır. Başlıkları şimdiden hayal edebiliyorum. “Jake’nin evine Lacancı bakış” , “Jake’nin çocukluk odasında Freudyen karyola altları”, “Zincire vurulmuş bodrum, ego-süperego”. Bitti mi? Bitmedi! “Gösteri dünyası ve buzulun zorbalığı” diye bir makale de yazılabilir. Guy Debord’un pasajları kardan kapanan yollara tuz niyetine serpilebilir. Kısacası film bir “entelektüel zorbalık” filmi. Göndermeler, göndermemeler, (biz de metafora başvuralım) bozuk navigasyonlar, yarısı yırtılmış adres yazılı kağıtlar, koordinatların büsbütün geçersiz kılındığı bir coğrafya ve o coğrafyanın kasaba yaşantısına uzanan kültürel kodları…
Kavramsal gerilim… Yeni bir tür mü doğuyor?
Filme iki tanımlama yaptık şimdiden. Bir: Kurgunun düşsel bir düzlemde yeniden kurgusu… İki: Entelektüel zorbalık ya da “Geometri bilmeyen giremez”! Devam edelim. Filmde sanat ile bilim kaynaştırılıyor. Adı ve kıyafetleri sürekli değişen kadın (Jessie Buckley) bir teorik fizikçi ama aynı zamanda şair, ressam, film eleştirmeni… Jake (Jesse Plemons) ise ne yaptığını tam olarak öğrenemesek bile her şeyden biraz biliyor. Aile evinde fizikçi çiftlerin anılmasından hareketle onun da fizikçi olduğunu düşünebiliriz. Diğer yandan kadının merak öğesini kışkırtan bir birikime ve bakış zenginliğe sahip. Sınırlarını, kasaba okulunu, çiftlik yaşantısını aşmış, sorgulayan, aynı ölçüde sorgulanan bir erkek… Hangisi bilimi hangisi sanatı daha çok temsil ediyor kestirmek imkânsız (ve bir o denli anlamsız). Dolayısıyla büyük bölümü ikisinin iletişimi biçiminde geçen filme diyalog vasfını yakıştırabiliriz. Buradan kavramsal bir durum doğuyor ve filmin türüne dair yorum yapıyoruz. Filmimiz katışıksız bir kavramsal gerilim! Neden “kavramsal gerilim” dediğimi açayım. Evvela yönetmen atmosfer yaratmada oldukça başarılı… Gerilimi iyi ayarlıyor. Daha da önemlisi tekinsiz bir dünya kuruyor. Tekinsiz kavramı ise bildiğimiz üzere insan ruhuna dair… Tam burada psikolojik boyut aşılıyor, sıcak temas devreden çıkınca iş yükünü kavramlar omuzluyor. Haddinden uzun ve yorucu diyaloglara rağmen hatta hikâyenin bir yere varmayacağı hissedilse dahi kopması kolay bir film değil I’m Thinking of Ending Things. Takibi kolaylaştıran teknik becerinin ötesinde yönetmen sanatı, bilimi, psikolojiyi çarpıştırarak karakterlerde somutlayamayacağımız bir gerilimi tetiklemiş. Kadınla yahut adamla yakınlık kurmuyor, arada kalıyoruz. Aman ne var bunda! “Bağımsız film” çizgisi, “sanat filmi” çizgisi günümüzde böyle açıklanıyor. “Seyirci taraf tutmasın, herkes hem iyi hem kötü… Herkes herkes işte!” Rus edebiyatında Gogol’ün paltosundan çıkardığı, kahramanları seyreltip havalarını söndüren bu yaklaşım günümüz sanat filmlerinin düsturuna dönüşmüş. Ancak Kaufman bir psikolojik gerilim romanından bir nevi Yeraltından Notlar devşirmiş ve pek özgün sayılamayacak “eh adam şizofren çıktı” kalıbına ustalıkla dökmüş malzemesini. Özellikle iki şeyi ustalıkla kotardığını görüyoruz. Görüntüler karanlığa uygun seçilmiş ve çevresel etmenlerden izole katmanlı bir yapı inşa edilmiş. Bu izolasyon hayli önemli çünkü yapının katmanlı olduğunu düşünseniz de içeri ulaşamıyorsunuz! Böylece siz düşündüğünüzle kalıyorsunuz film anlaşılmazlığını/ulaşılmazlığını sürdürüyor. Peki izolasyon nasıl sağlanmış, ona bakalım. Normal şartlarda katmanlı bir olay örgüsünde (mesela Nolan’ın filmlerinde) rüya zaman, fantezi zaman, gerçek zaman gibi düzlemler referans alınabilir, hakeza mekânlara da bu tarz bir derinlik katılabilir fakat I’m Thinking of Ending Things bunların hiçbirini yapmıyor ve zaman-mekânı birliğini bozmakla yetinmeyip olay örgüsündeki tüm enerjiyi emiyor. Filmin bu tavrını başlıklar halinde yorumlayabiliriz.
Yol: Entelektüel cebelleşme
Film kadın karakterin sesiyle açılıyor. Kadın her şeyi bitirmeye karar verdiğini söyleyip yapacağı yolculuğu bildiriyor. Evin kapısında sevgilisi Jake’i bekliyor. Jake geliyor, arabasına biniyor, yola çıkıyorlar. İstikamet Jake’in aile evi. Gidiş yolunda kadının dışarıya aktarmadığı duygusal gel gitleri görüyoruz. Adamdan ayrılmak isterken kendini bir anda ailesiyle tanışmak üzere buluyor. Bu kafa karışıklığını bir gevezelik resitali olarak izliyoruz. Birçok şeyi tartışıyorlar. A Woman Under The Influenza (John Cassavetes-1974) filmini yorumluyor, şiir okuyor, Oklahoma müzikali üzerine konuşuyorlar. Burada bir hinlik seziyoruz esasında. Böyle bir çift dünyaya gelmiş midir? Aynı başlıklarda bu kadar hevesle tartışan? Tamam tartışıyorlar ama detayları! Üst başlıklarda muhteşem bir uyum sağlanmış, teferruat hallediliyor!
Entelektüel rekabetin içe dönük bir görüntüsü var. Çiftimiz Tabu oynar gibi ortak deneyimlerini hareket noktası seçiyorlar. İki kişi böyle yakınlaşabiliyorsa genç kadın neden ayrılmak istiyor? Paylaşamadıkları nedir? Üstelik kadın ayrı ayrı değer taşımadıklarını, yan yana geldiklerinde itibarlandıklarını öne sürüyor. Amaç o yalnızlığa gömülmek midir? Yolculuk bu kafa karışıklığı ile sürerken kar yağışı kaygıları açığa çıkarıyor. Kadın henüz gitmeden dönmenin hesaplarını yapıyor. Belli ki kar yolları kapayacak.
Mekân: Çocukluk
Filmde zaman gibi mekân kavramı da çarpıtılıyor. Yolculuğa ve farklı gerçek zamanların mekânlarına bölünen I’m Thinking of Ending Things Jake’in evinde yoğunlaşıyor. Çiftin dönüş yolunda uğradığı dondurmacı ve liseyse çocukluk anılarını pekiştiriyor.
Ev ziyareti Jake’in çocukluğu ile özdeşleştirilebilir. Buradaki bodrum imgesi, üst kattan bir türlü inmeyen (her çocuk gibi biraz dikizci olmasını beklediğimiz Jake tarafından her an yakalanmaya müsait) anne baba, yine ebeveynlerin münasebetsizlik boyutuna varan, cinsel yaşama dair beyanları ve anıları, okul başarıları yemek masasına yatırılarak utandırılan Jake geçmişe kapı açıyor.
Jake’in odası ve bodrum çocukluğun iki yüzünü yansıtıyor. Bodrum, yüzleşilmek istenmeyen her şeyin ötelendiği, depolandığı yer. Diğer yandan bir çocuk için oyun alanı niteliği taşımasına rağmen merak öğesinin etkisiyle ürkütücü bir yasak bölgeye çevrilmiş.
Jake’in odası ise doğrudan Jake’in bilincine açılıyor. Kaufman Being John Malkovich’te oyuncunun beynine açılan bir geçit keşfediyordu. Filmimizde Jake’in bilincine varan yolu işaret ediyor. İzlediği filmler, okuduğu şiirler, yattığı yatak… Jake’i Jake yapan, bilincine şekil veren, ona gelecek vaaden her şey…
Bu evi (ve dönüş yolunda rastladığımız dondurmacı ile liseyi) çocukluk travmalarıyla ilişkilendirmek mümkün. Bodrumun kapısında birçok çizik görüyoruz. Jake bu izlerin köpeğinden kaynaklandığını söylüyor oysa bir şeyler bastırmaya çalıştığı açıkça anlaşılıyor. Tüm bu izler, hatırlatılan/kışkırtılan anılar ve anne-babanın karikatür raddesine varan abartılı yaklaşımı bu mekânı çıplak anlamının ötesine taşıyor. Gerçi hiçbir dört duvar tuğla ve sıvadan ibaret sayılamaz. Belki alakasız gözükecek ama örneğin Torun Center’da asansör kazasında ölen işçilerin hatırası bir yerlere sinmiştir. Mekân dediğimiz şey de en kaba haliyle olumlu-olumsuz anıların çağrıştırıcısı, mazinin tetikleyicisi değil midir?
Mekân: Zamandan fragmanlar
Çizgisel anlatıyı, epizotları reddeden I’m Thinking of Ending Things fragmanlara (daha uygun ifadeyle sayıklamalara) dayalı bir film ve Jake’in evinde bu durum belirgin bir hal alıyor. Anne-baba karakterlerinin kısa sürede üç yaş aralığında birden çizilmesi (gençlik, filmin tutarlı zamanı olan orta yaşlılık ve yaşlılık) kafa karıştırmaya hizmet ediyor. Yönetmen bu şekilde mekânın ruhunu mu betimlemek istemiş bilinmez fakat evin dün-bugün-yarın ile ilişki kurduğunu kavrayabiliyoruz. Bir esaret tarif ediliyor. Jake bu evin ayrılmaz bir parçası ve ev Jake’in vazgeçemediği, tüm duygularını paylaştırdığı, kompartımanlara ayırdığı bir mekân… Zamanın tümünü kapsıyor. Mekânın zamanla kurduğu bu çarpık ilişkide Jake’in esaretini seziyoruz. Jake dışarıda da bu evin döşemelerini arşınlıyor. Okula giderken, dondurma alırken, barda karşı cinse kur yaparken bodrumu ile odasının arasında, anne babasının aşağı inmesini, köpeğinin kurulanmasını, çocukluk günahları ve korkularından arınmayı, sorumluluğu üzerinden atmayı bekliyor.
Bu türden anlatıya yalnızca Jake’in evinde tanık olmuyoruz. Lise koridorları ve spor salonu da müzikalden sahnelerin yeniden canlanmasına vesile oluyor. Mekâna bindirilmiş zaman parçaları art arda geçerken mekân zamansızlaşıyor.
Tür önermesine dönüş ve filmin çağrıştırdıkları
Filmin türüne dönmeden önce yaratılan atmosfere yönelik birkaç şey söylemek istiyorum. Kaufman iç mekân ağırlıklı filminde açılara yahut tekniklere yenilik getirmiyor ancak bir kapalılık yaratıyor. Yolculuk esnasında kamera hangi tarafa geçerse geçsin duygunun eşit yansıdığını görüyoruz. Aynı bütünlük dış çekimlere ve aile evine de taşınıyor. Jake’in tüm çatışmalarında kadın doğal bir müttefik… Yemek masasında sandalyeler dolu olduğunda, boş olduğunda… Kendi aralarında tartışsalar bile gönüller kırılmadan noktalıyorlar konuşmayı.
İklim koşullarının yönetmene avantaj sağladığını söyleyebiliriz. Başta serpiştiren karın zamanla fırtınaya dönüşmesi mağduriyet yaratacağından gerilimin dozunu artıran bir unsur. Diğer yandan tür yönelimini de açıklıyor I’m Thinking of Ending Things ve gerilime göz kırpıyor. İklim koşullarının kuşatılmışlık duygusu Jake’in evinde ruhsal bir açmaza evriliyor. Ev ziyaret edilenden ziyade sığınılan bir anlama bürünüyor fakat kendisi de tekinsiz ortamı tırmandırıyor. Anne baba karakterlerinin patavatsızlığı dikkat çekici… Anne küçük oğlunun reklamını yaparcasına isterik bir performans sahneliyor. Baba ise ikili ilişkilerinde temastan sakınmayarak yer yer sinirleri bozacak bir yakınlığa erişiyor. Bazı sahnelerde Jake’in sevgilisine eğiliyor, tabiri caizse kadının ağzına kadar giriyor. Aralarında bir samimiyetin olmadığını göz önüne alırsak rahatsız edici bir davranış sergilediğini değerlendirebiliriz. Babanın yaşlı versiyonu daha saldırgan ve edepsiz. Anne karakterinin ise çocuklaştığını görüyoruz. Bunadığı ima ediliyor oysa bunama evin adeta kimliği gibi. Bu tekinsiz ortam bana Hitchcock’un Psycho (1960) filmini çağrıştırdı. Aslında bu hissiyat bile filmin başarısını gözler önüne seriyor.
Amerikan kabusu
Kaufman çok sayıda yazarın, bilim insanının, sanatçının yanı sıra yığınla klişeye göndermede bulunmuş. Bu yoğunluğun seyirciyi yorduğunu, filmin ikinci yarısında tür tartışmasını bir anlamda revize ettiğini söyleyebiliriz. Bodrum ve bodrumun çamaşır makinesi gibi “tuhaf” demirbaşları tekinsiz atmosferin aşama kaydederek ürkütücü bir işlev kazanmasına katkı sağlıyor. Devamında Tulsey Town ve dondurmacının tek tip kostüm giyinmiş, sürekli kikirdeyen aptal sarışın çalışanları, “gizlenen sır” iması Amerikan korku filmlerinin sık kullanılan şablonlarından… Kırsalından, muhafazakâr toplumundan korkan Amerika! Amerikan korku sinemasında çöllerin ortasına hapsolmuş kasabalar büyük gizemlere, seri cinayetlere ve türlü tarikat sapıklıklarına ev sahipliği yapıyor. I’m Thinking of Ending Things bu klişeden bir diğerine uzanıyor. Bu kez gençliğinden korkan, geçmişiyle yüzleşemeyen Amerika’yı görüyoruz. Bir kasaba lisesi on Amerikan korku filminden en az üçüne mekân olmuştur! Bu şablonda da toylukla işlenen günahlar ve günahlara biçilen bedel ön plandadır. Çirkinin intikamı (bir yönüyle günahkar geçmişin uyanışı) tüm kasabayı kana bular.
Kaufman filmde bir şey daha yapıyor: Saplantıyı teşhir ediyor! Jake dondurmacı kızları görmek için defalarca gitmiş Tulsey Town’a! Bunu okulun bahçesinde anlıyoruz. Bir çöp kutusu tıka basa dondurma kabıyla dolu. Saplantı, geçmişten kopma arzusu ve çağdaşlaşma yolunda geri yanları bastırma kaygısı Amerikan toplumunun korku filmlerinde şablonlara dönüşüyor sanki. Yahut kahramanlık çatılmış bir tarihin korkulardaki izdüşümü de diyebiliriz. Yersiz hamaset aslına rücu ediyor ve korku onu en çok yaratanlara, işgal edenlere, katledenlere bulaşıyor. Kaufman’ın filmi de trajik bir elde edemeyiş hikayesi. Bir tür iktidarsızlık… Amerikasın, hayallerin ülkesinin ama kendini bastırıyor, gölgenden korkuyorsun, silip süpürdüğün zeminde dans edemiyorsun!
Haydar Ali Albayrak