İçine hapsolduğumuz pandemi koşulları ve pıtrak gibi çoğalan online seyir platformları sinemanın geleceğini tehdit ediyor. Anlaşılan o ki yakın vadede bilet fiyatları iyice yükselecek ve sinema salonu artık lüks bir buluşma mekânı haline gelecek. Halihazırda Z kuşağının “Netflix and chill” düsturunu benimsediğini, karanlık salon koltuklarının yerini loş ışık altında çekyatlara bıraktığını gözlemliyoruz. Peki bu süreçte Türk sineması ne yapıyor? “Sanat sineması” adlandırmasının ortadan kalktığı ve bu türe örnek verilen filmlerin büsbütün “festival sineması” üst başlığında ele alınabileceği bir dönemden geçiyoruz. Düşük bütçeli, devlet destekli, az buçuk sponsorlu filmler vizyona girmektense festivallere katılıp ödül kovalıyor. Mantıklı ve hayli gerçekçi bir yaklaşım… Dahası Sinemamızın artık ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz: Platformlara geçmeden önce salonda bilet satmaya çalışan ticari filmler ve haklarını satmadan önce festivalde ödül kovalayan filmler. Festival sineması gözler önünde… Genellikle o konuşuluyor. Her sene Avrupa’da göğsümüzü kabartanlardan Anadolu’da bir festivalde tartışmalı ödül alanlara değin geniş bir skalada gündemi kaplıyorlar. Güçlüleri vizyona girip kazanç da sağlıyor. Festival sinemasında işler belli bir düzene oturmuşken ticari sinemamızın büyük dram atağına karşın ivme yitirdiğini görüyoruz. Ayla, Müslüm, Şampiyon gibi tarihi ve biyografik dramalar seyirciyi salona çekti fakat devamı gelmedi çünkü rağbeti besleyen iki damar (komedi ve korku) doygunluğa ulaştı. Ticari sinemamız 2000’li yıllarda atağa geçtiğinde korku ve komedi olmak üzere iki çizgiye dayanıyordu. Dahası komedinin sinemamızda her zaman alıcısı olduğu biliniyordu. Yeşilçam’ın zirveye çıktığı yıllarda komedi önemli bir ayaktı, Ertem Eğilmez 70’lerde sürdürdü bu geleneği… 80’lerde salon ve video üstünlüğü büyük ölçüde arabeske kaptırılsa bile 90’ların kapanışı Kahpe Bizans (Gani Müjde-1999) ile yeni bir gişe toparlanmasını işaret etti. Mizah anlayışı değişti, film dili değişti, televizyon değişti ve hikâyesi cinden, görüntüsü efektten geçilmeyen korku türünü de gişe getirisi garanti türler arasına yazdık. Tekrar komediye dönersek Vizonteleler Yılmaz Erdoğan tipi öykülü mizahı temsil ediyordu, devamında öyküden nispeten feragat edilen ve film duygusundan yoksun değerlendirebileceğimiz Cem Yılmaz komedileri geldi. (Bu yazı nereye gidiyor diye endişelenmeyin, hemmen bağlıyorum girişi!) Ancak ne Erdoğan’ın kekik kokulu, oynak diyaloglu filmleri ne de Cem Yılmaz’ın gül-geç’leri 2000’lerin komedi ruhunu tam anlamıyla yansıtmıyor. Onur Ünlü tipi absürt maceraları es geçmemek gerekiyor. Diğer yandan silahlı, soygunlu güldürüleri yabana atamıyoruz. Şafak Sezer ve ekibi bu alt türün tartışmasız yıldızı… Yakın dönemde salt komedi türü için değil tüm bir ticari sinemamızda Kolpaçino’yu ayırıp, hakkını teslim etmeli. Bu çizgilerin ötesindeyse Recep İvedik’i ve canlandırıcısı Şahan Gökbakar‘ı görüyoruz. Gökbakar komedi filmlerine damga vurdu diyebiliriz zira İvedik serisi gişe başarısının ötesinde esin kaynağı bir tip yaratarak bir eğilim meydana getirdi. Söz gelimi Organize İşler birçok espriyi gündelik dile kazandırdı, Onur Ünlü ekip güldürüsünün altını çizdi, Şafak Sezer basit hikayenin her zaman tutacağını gösterdi ama hiçbiri için “vaka” yakıştırması yapamayız. Recep İvedik ise sosyolojik boyutuyla dikkat çekiyor ve başarılı bir girişimi ortaya koyuyor.
Zonta(lar) tatilde!
Hatırlayan çıkacaktır, 90’larda Zampara Seyfettin (Ünal Küpeli-1995) karakteri vardı, Osman Cavcı oynamıştı. Babadan zengin Acıbademli Seyfi sakız kampanyasından kazandığı tatile çıkıyor, ipe sapa gelmez hareketleriyle çevresindekilere kök söktürüyordu. Karakterin lakabı da Zonta idi, Grup Vitamin‘in Zonta parçasından fırlamıştı, kültürsüzdü, cahildi, üç kuruşa tamah ediyor, insana sakız gibi yapışıyordu. Kültürel bağlamda iktidarsızdı, muteber tarafta değildi. Biz seyirciler olarak bu durumu karşı cinsle sağlıklı bir iletişim kuramayışından kavrıyorduk. Çağının acımasızca yozlaştırdığı fakat avantaj sağlamayıp bar avlusuna bıraktığı bir karakterdi Zampara Seyfettin. Ancak filmin sonunda zengin olduğu anlaşılınca ilgi görüyor, bu kez üstü açık arabasında İstanbul sokaklarını turlayıp o reddediyordu ilgi sahiplerini. 90’lar… Cehaletin yine cahillerce mahkum edildiği yıllar… Plazaların gecekondular karşısına konuşlandığı, 80’ler liberalizasyonunun hüküm sürdüğü fakat deli gömleğinin dar gelmeye başladığı yıllar… 2000’lerde AKP bir seçim oyunuyla iktidarı elde ederken bu kez cehaletin karikatür versiyonu ile karşılaştık: Recep İvedik ile. Aslında bir skeç kahramanıydı İvedik. Şahan Gökbakar’ın tiplemesiydi; evinden çıkmayan, üst komşusunun sallandırdığı sepetle bira temin eden, bazen bilgi yarışmalarına katılan asosyal bir karikatürdü; zamanla ete kemiğe büründü, sokağa çıktı. Zampara Seyfettin gibi o da tatile gitti. Seyfettin ile bir noktada ayrılıyordu İvedik. Seyfettin saf bir genç olsa da hafızalara kusurlu yanlarıyla kazınıyordu; zengin ama cimriydi, alabildiğine yapışkandı, talepleri irrasyoneldi (sürekli dövmecinin alo’sunu istemek gibi) ve libido patlaması yaşıyordu. Recep İvedik ise tüm olumsuz özelliklerine karşın dürüsttü, fakir ama gururlu bir gençti. İvedik bir patrona düşürdüğü cüzdanını teslim etmek için Antalya yollarına düşecek kadar iyi niyetliydi. Bu karşılaştırmaları lüzumsuz bulabilirsiniz fakat İvedik’in ilişkilerini incelemek, siyasi tutumunu değerlendirmek, onu yoktan var etmek, tenekeye pırlanta muamelesi yapmak anlamına gelmiyor. Onu AKP’nin yükselişiyle ilişkilendirmek de abartı bir yorum sayılmamalı. Zira toplumsal dönüşümü, AKP’nin yükselişini ve tıkanışını, kentin hem siyasal yaşamda hem İvedik öykülerindeki işlevi üzerinden okumak mümkün.
Mahalle bakkalına sorulan soru: Bir Recep vardı, ne oldu ona?
İlk üç filmi kentte geçen İvedik’in sonrasında bir türlü dikiş tutturamayıp yarışmalara, spor oyunlarına, safarilere katıldığı öyküler izledik. Günümüzde AKP de aynı ölçüde jet sosyetesine (yarattığı/dönüştüğü canavara), kurtarılmış Çukurcuma’sına, Başakşehir’ine dönüyor ve rant musluklarını açtığı zümre altın tozuna boğulmuş evlerinde, şaşalı iftar sofraları kuruyor, baby shower’lar düzenliyor. Bir bakıma AKP içe kapanırken bastırılanın taşkını biçiminde yorumlayabileceğimiz İvedik de yeniden asosyalliğe geriledi. İlk üç bölümde düzene kafa tutan kahraman son üç bölümde kapalı gruplara karşı güdük mücadelelere girişti. Peki Zengo bu denklemin neresine düşüyor? Zengo’yu iki açıdan ele alabiliriz. İlki Gökbakar kardeşlerin yapımları/karakterleri arasında bir öze yönelimi sergiliyor. Osman Pazarlama, Kayhan, Celal vb. Şahan tiplemeleri pek tutmadılar. Her biri de Şahan Gökbakar’ın abartılı oyunculuğundan nasiplenmiş, İvedik’ten esintiler taşımıştı. İnternet videolarıyla parlayan Yasemin Sakallıoğlu‘nun hayat verdiği Zengo ise öyle bir karakter değil, doğrudan dişil bir İvedik portresi! Bu saptamayı yalnızca karakter özelinde yapmak, dış görünüş, kaba saba davranışlar ve kof özgüven ile sınırlandırmak yeterli fikir vermeyecektir. Zengo’yu öyküsüyle birlikte düşünmek daha doğru. İvedik’in yürüdüğü yollardan yürüyor Zengo ve geçmişine ihanet etmiş kesimden intikam almak istiyor. Geçmişine ihanet etmiş kesime ve Zengo’nun sınıfsal ahvaline değineceğiz. Şimdilik altını çizip geçelim. Zengo’yu ele alacağımız ikinci açı çağdaşı kadın komedyenlerin dominant kahramanları arasında nereye düştüğü… Gupse Özay‘ın Deliha’sı (2014 ve 2018) için de “dişi İvedik” yakıştırılmıştı. Deliha mı yoksa Zengo mu daha İvedik? Bana kalırsa tartışmak zaman kaybı… Deliha bir tomboy (Erkek Fatma) ve dramatik yapıda çok çok “çirkinin evrimi” biçiminde işlenebilir. Dolayısıyla hayli sınırlı bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Oysa Zengo’yu nereye koyarsanız koyun sırıtmayacaktır çünkü Zengo’lar artık her yerde! Çünkü Zengo’ların iktidarını yaşıyor, onların havasını soluyoruz!
İvedik’lerin iktidarından Zengo’ların iktidarına, mahalle arasından rezidansa
Zengo’yu “dişi İvedik” biçiminde nitelendirmek doğru ancak eksik… Zengo için “yeni İvedik” de diyebiliriz. Yontulmuş, düzene göbekten bağlanmış, “kaybedecek şeyi” olan bir İvedik o. “Para beni güzel bozdu” diyen, “varlıkla sınanıyorum” diyen küstah bir İvedik… Gökbakar’ın mizahına AKP’den katkı yapmayı sürdürürsek İvedik’lerin oyuyla Zengo’ların yükseldiğini ve İvedikler’in görevlerini tamamlayarak geri çekildiklerini, meydanın ise Zengo’lara kaldığını, o meydanlarda beton kuleler inşa edildiğini görürüz. Zengo arsacılıktan zengin olmuş bir sonradan görme tiplemesi… Gayri menkul yatırımı, AKP zenginlerinin ticaret ile birlikte ekonomik dayanağını oluşturuyor. Bakırköy’de kentsel dönüşümden faydalanan (!) Zengo da bir rezidansta on üç dairenin mülkünü edinmiş. Dikkat çekici bir ayrıntı Zengo’nun yalnız bir karakter olarak çizilmesi. Ne anne-babası var ne bir eşi çocuğu… Bu yalnızlık uyanıklığa ve yağma düzeninde tek tabanca olma refleksine uygun düşüyor. Zengo’lar daireleri kapatırken büyüdükleri mahalle, semt yaşantısı arkalarında kalıyor. Aslında Zengo da zengin olan bir İvedik’ten ziyade İvedik’leri mahallede bırakan, yüzlerine gülse bile kriz anlarında onlara sırt dönebilecek (bknz. Asansörde mahsur kaldıkları sahne) kaypak bir karakter. İvedik’ler mahallede kalınca/unutulunca Zengo da “yeni İvedik” oluyor. “Tabanın kalkınması buraya kadar, yeter aynı sofradan yiyip içtiğimiz” deyip birkaç adım öne çıkan Zengo’lar yeni bir habitat kuruyor ve basit bir avantacıyı temsilin ötesine geçerek bir paradigma değişiminin sembolü oluyorlar. AKP’nin “Halka hizmet Hakka hizmet” sloganının boşa düştüğü, yağan yağmurda beraber ıslanılan yolların gayrı kuruduğu bir paradigma… Yenilip içilenin ayrı gitmeye başladığı, hırs bürüyen gözlerin menziline vardığı ve fakat geride kalanların yeniden ekmek kaygısında ortaklaştıkları; Zengo’ların İvedikler’e yeni söz söyleyemediği, deniz getiremediği, yerli uçak üretemediği, kek ve maske dahi dağıtamadığı, bir parmak balın bile paylaşılamadığı bir paradigma…Dönelim İvedik’e. İvedik zengin olamadığı için İvedik’ti. Öyleyse Zengo neden İvedik’i yaşatıyor? Taklitler aslını yaşatır dedikleri! Zengo’lar İvedik’leri bir biçimde atlatmak/aldatmak durumunda… Onları oyalıyor, idare ediyorlar, bunu da taklit yeteneklerine borçlular. AKP’nin senelerdir “halktanız” taklidi yapmasını hatırlayalım! İvedikler başka türlü kapsanamazdı. Yalnız din sömürüsüyle, mağdur edebiyatıyla bir yere kadar! AKP’ye bir cephe gerekiyordu ve haliyle düşmanlar ve müttefikler. “Halkın değerleri” en çok neye karşıydı? Veya başka bir şekilde soralım: Bizim ata sporumuz neydi? Kibirli zenginden hazzetmemek! AKP şunu çok iyi gördü. Ülkenin fakirleri bir patron şiveli konuşursa (kimin kastedildiğini biliyorsunuz), halktan gözükürse üstüne bir de cumaya giderse makbuldü ama sanat organizasyonlarına sponsor olursa, içkili kokteyl verirse hele laiklik derse hiç sevilmezdi. Böylece İvedikler bir “coğrafya efsanesi” olan Anadolulukta örgütlendirilip Beyaz Türklerin karşısına dikildi! Doğrusu şapkadan tavşan çıkarmıyorum, bu satırların özgün olduğunu, ilk kez dile geldiğini öne süremeyiz. Fakat asıl mesele de tam olarak bu değil mi? “Çalıyor ama çalışıyor“, “çalıyor ama bizden” yanılgıları da böyle beslenmiyor mu? İvedik’ler Zengo’ların rol yaptıklarını bilmelerine karşın çaresizliğe gömülmeyi, hakkını aramaktansa secdede alın aramayı sürdürüyorlar. Taklit işe yarıyor!
Yürünen ortak yol yahut “işte bizim hikayemiz”
Zengo’lar sınıfsal imtiyazlarını sonradan kazanmıştır. Sovyet sonrası ülkenin iktisadi birikimine atmaca gibi üşüşen Rus oligarklarını en iyi son yirmi yılın ihale rekortmenleri anlayacaktır ve bizim miladımız olan 28 Şubat (1997) bir devrin kapanışıdır; tersi bir görüntü sunsa bile laikliğe rahmet okunur o tarihte ve Cumhuriyet tabağında kalan son lokmalar da sıyrılmak üzere sırtlanların önüne konur. Zengo’lar 90’ların her boydan İvedikler’idir; küçük esnaflarıdır, kobi sahipleridir, büyük dolandırıcılarıdır, mesela Takva filminde tanık olduğumuz çuval tüccarlarıdır. Her İvedik Zengo olamasa da her Zengo içinde bir İvedik taşır. Zengo karakterinin İvedik’i anımsatması başta belirttiğimiz gibi hal ve davranışlarının ötesindedir. Onlar birbirine benzer çünkü benzer hikâyelerde öznedirler. Zengo filminin olay örgüsü İvedik’ten devşirilmiştir. Zengo’nun da İvedik gibi sürekli ezebildiği zayıf bir karakter vardır (terzi Fazilet, Dilşah Demir) Zengo da İvedik gibi küçük bir grup üzerinde (mahallenin kadınları) hakimiyet kurmuştur. Başka bir yönden grup kendi rızasıyla boyun eğmiş, yönetmesi için Zengo’yu seçmiştir. Zengo da İvedik gibi yalnızdır, onaylanmanın ve kahramanlık yapmanın peşindedir. İvedik nasıl mahallenin arsasını kurtarmak istiyorsa Zengo da Halk fusion adını verdiği kreasyonla halktan kadınların modasını (podyumlara çıkabilme ve beyaz vatandaşlardan hesap sorabilme hakkını) savunmaktadır. İvedik yoga yapanları, zayıflama kampına gidenleri sevmez. Bu yönüyle Birol Güven anlayışının (milliyetçi ve maço beyaz yakalı) marjinal versiyonudur. Güven’in “taşfırın erkeği Haluk” da ötekileştirir yoga yapanları fakat o eleştirdiği güruhun imkânlarını paylaşmaktadır. Haluk da yoga yapacak (sosyokültürel anlamıyla kullanırsak) kudrete sahiptir. Hâlbuki İvedik serseri mayındır, onu bir yoga matı üzerine uzanmış düşünemezsiniz. Zengo’yu da kilolarına savaş açarken hayal edemezsiniz. O kusurları ve açmazlarıyla halkın ta kendisidir. “Her haliyle güzel halk” masalının başına buyruk prensesidir! Zayıflama kampına prim vermez, onu kabul eden öyle kabul etmelidir. Örneğin halk da kendisini saflığıyla kabul eden AKP’yi yüceltmemiş midir? İvedik ile Zengo’yu kesiştiren bir diğer unsur engeller karşısında gösterdikleri azimdir. Her ikisini de “yapamazsın” diyerek kışkırtırlar (dış güçler de AKP’yi kah küçümser kah kıskanır, iç güçler “koyun” der). İvedik aşağılandıkça güçlenir. Zengo ise “yapamazsın” diyenleri açıkça teşhir eder ve bir lobiyi hedef gösterir. Yalılarda oturan kodamanlar sonradan görme zenginleri (veya ‘sınıfsız’ fakat imanlı kişileri) cemiyetten dışlıyordur. Üstelik bu kodamanlar mahalleden bir işbirlikçi de edinmiştir. Geçmişine ihanet eden eski mahalleli Menkıbe (Ece İrtem) yalı sofralarına oturmak için her türlü değere sırt dönmüş, çocukluğundan beri içinde taşıdığı fırsatçılığı kuşanmıştır. Menkıbe’nin geçmişine ihaneti ilgi çekicidir. Bir zenginle evlenip kısa yoldan sınıf atlamıştır Menkıbe; tamam, ödün vermiştir fakat Zengo ne yapmıştır? Tırnaklarıyla kazıyarak mı kazanmıştır dairelerini?
Halk Fusion: Kul Ahmet’in Ceketi ve 12 Eylül’ün deli gömleği
Barış Manço‘nun Kul Ahmet parçasında bir ceket dert oluyordu ya hani herkese, oysa Ahmet ceketini alın teriyle(!) kazanıyordu. Sözleri derin anlamlar çağrıştıran parça hem tasavvufa (kulluk-teslimiyet kavramı ve ceketin kefen yerine kullanımı üzerinden) hem mahalle kültürüne göndermeler barındırıyordu. Modern bir “karınca vs ağustos böceği” kıssasıydı, serbest teşebbüse özendiriyordu. Mahallede herkes tembeldi, yalnız Ahmet çalışıp nasibini alıyordu. Kuştan korkmayıp darı eken, ektiğini biçen, dıştan gelen müdahalelere aldırış etmeyen bir portre çiziyor ve günün sonunda ölen fakirin üstüne örtüyordu ceketini. Çalışkan, kendi yağında çifte kavrulmuş, bir o kadar engin gönüllüydü de. Bunu olumlu yorumlayanlar, koca mahallenin ölüsünü gömecek kefen bulamayışına şaşırmıyorlar ya işte şaşırmayan bu zat-ı muhteremler Zengo’lara oy veren, onları tepemize çıkaran İvedik’lerdir! Kefensizlik bir aşağılanma ifadesi… En dip nokta belki… Bir mahalle ölüsüne nasıl kefen dikemez? Şu anlaşılıyor: “Ağlamak ve üzüm yemek yerine bağcı dövmekle meşgul komünistler atıp tutmaktan başka bir işe yaramıyor, yoksula sahip çıkamıyor, yoksulun cenazesini yine sağcı kaldırıyor! Ayrıca ticaret peygamber mesleğidir ve Ahmet’in geliri tamamen helaldir!”
Halk fusion’u tamamlayan ise 12 Eylül’ün deli gömleğidir. Bir sopadan bir havuçtan yiye yiye deliren emekçi kesimler nihayet gömleği geçirmişlerdir sırtlarına. Bugün kentsel dönüşüm ilkin köpeksiz mahallelere dönüştürülmüş, dişleri çekilmiş bir sathı kolayca talan edebiliyorsa bunu geleneksel sağın “kul Ahmet” retoriğine ve darbenin toplumun akıl sağlığını bozan, muhalefeti sindiren uygulamalarına borçludur.
***
Diyebilirsiniz ki “Yahu güzel kardeşim Zengo kimdir? İki satır karala geç!” İnanın içim elvermiyor! Onlarca daire sahibi bir film karakterinin sırf mahallelilerle bağını koparmadı diye Kul Ahmet’liğe soyunması, Gucci eşortmanını çıkarıp yağmalanan bir mahalleye örtmesi zoruma gidiyor. Sahi siz sindirebiliyor musunuz?
Haydar Ali Albayrak