WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

El Bar: Karantinada Paylaşım Savaşı

Hayli ilginç bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Duyguların çağlayıp uyarı ve önlemlerin evrensel bir karşılık bulduğu, sokağa çıkma yasaklarının, karantinaların uygulandığı tuhaf koronavirüs günlerinden… Kenetlenmişlik görüntüsü veren bu atmosferi daha önce deneyimlemedik dolayısıyla bağışıklık sistemimizin alt edemediği tek şey virüsün kendisi değil, virüsün sebep olduğu koşulları, iptal edilen spor turnuvalarını, sosyal aktiviteleri nasıl karşılayacağımızı da bilmiyoruz. Üstelik bu olağanüstü halin ne zaman son bulacağı belirsiz. Koronavirüsle birlikte bu korku atmosferi de bir biçimde istismar edildi ve hızla salgın konulu filmlerden listeler oluşturulmaya başlandı. En iyi 10 salgın filmi! Mesela bu türden bir listeye ilgi toplamak maksadıyla şöyle bir başlık uygun düşebilir: Ölmeden önce izlemeniz gereken 10 salgın filmi! Ne gülünç değil mi? Böylesi listeleri eleştirmeme rağmen ben de aslında virüs temalı bir filmden, 2017 yapımı El Bar’dan söz etmek istiyorum. El Bar seyirciye neler vadediyor? Kısaca söz edelim. Iglesia sinemasını sevenler için ortalama bir kara mizah örneği sunan film genel geçer komedi-gerilim izleyicisini de tatmin edecektir diye düşünüyorum. Ancak Iglesia filmografisinin zirvesinde bulunan bir El Dia de la Bestia (1995) yahut La Comunidad (2000) bekleyenleri şimdiden uyarmakta fayda var, hayal kırıklığına uğrayabilirler.

Iglesia mizahına genel bir değini Son dönem İspanyol sinemasının tartışmasız en önemli isimlerinden Iglesia için “ulusal sinemaya ait mi” tartışması yürütülebilir. Dahası yönetmenin Hollywoodvari anlayışı “Avrupalı olmamak” biçiminde yorumlanabilir. Zira Iglesia, Hollywood’a da film çekmiş (The Oxford Murders2008) ve sinemasını ülkesiyle, kıtasıyla sınırlandırmamış bir yönetmen… Yaklaşık çeyrek asır evvel çevirdiği ilk uzun metrajı Accion Mutante (1993)’den itibaren çekim tekniklerinden seçtiği konulara değin dünyanın her yerinde aşağı yukarı benzer tepkilerle karşılanabilecek işler çıkarmış bir yönetmen. Dolayısıyla söylemi yine İspanyol sinemasına damga vuran ve kariyerini sürdüren Pedro Almodovar‘a pek benzemiyor. Ne onun gibi “sanat filmi yapma” iddiası taşıyor, ne de gerilimini, kara mizahını daha çok yerel bir malzemeden devşiriyor.
Iglesia’nın benzerlik taşıyan belli başlı filmlerini bir araya toplayabiliriz. Örneğin El Dia de la Bestia, El Crimen Ferpecto, La Comunidad ve son olarak da El Bar‘ı aynı kefede tartabileceğimizi düşünüyorum. Bahsi geçen öyküler giderek tırmanan ve hayatta kalma mücadelesine evrilen bir gerilim barındırıyor ve bu gerilime toplumsal yergiler eşlik ediyor. Alex Iglesia’nın yaptığı en iyi iş her ne kadar yerele sıkışmamak olsa da filmlerinde başrol verdiği İspanya toplumu özelinde insanlığı kıyasıya eleştirmesi… Iglesia’nın bir çıtası var ve o çıtanın altına kolay kolay düşmüyor fakat kuşkusuz her filmi aynı tadı vermiyor, aynı hisleri uyandırmıyor. Öte yandan kendisiyle çelişmeyi de seviyor. Örneğin La Chispa de la Vida (2011) filminde işsiz bir reklamcının geçirdiği talihsiz kaza üzerinden politikacıları, kariyerist kişilikleri, gösteri dünyasını ve eni sonu kapitalizmi eleştiren yönetmen El Bar filmini adeta Coca Cola reklamına ayırıyor! Filmin birçok karesinde kahramanlar kola içiyor! Iglesia bu üslubunu da sisteme yönelik eleştirisinin parçası olarak mı değerlendiriyor bilinmez ancak ona dair kimi antikapitalist söylemlerine karşın sermayeden hiç kopmayan bir yönetmen diyebiliriz. Ayrıca şunu söyleyebiliriz: Iglesia karanlık dünyaları renkli anlatıyor. Hollywoodvari tarz tam bu noktada devreye giriyor. “Baş döndüren” tempolu anlatısı, benzemezleri bir araya toplaması ve karakterlerin “renkli” taraflarını vurgulaması, iç karartıcı konuları seyre makul bir noktaya çekmesine, mizaha malzeme yapmasına yarıyor. El Dia de la Bestia’da ırkçılık gibi ciddi bir meseleyi “iyiler-kötüler” mücadelesine sıkıştırırken, La Comunidad’da servet hırsını masumiyetin tamamen yitirildiği bir apartmanda bir genci temiz tutarak aktarıyor. İnsanı saf kötülüğe sevk eden rekabetleri ele alırken dahi (sanat filmlerindeki gibi!) karamsarlığa gömülmüyor. Yukarıda adı geçen filmler mutlaka bir kazananla neticeleniyor. El Bar filmi de bir kazananla son buluyor. Kazanımı tartışmalı olsa bile kazanacak kişinin filmin ortalarından itibaren işaret edilişi dikkatimizden kaçmıyor. Iglesia’nın filmleri esasında sürpriz sonlara gebe sayılmaz ve bu tercihini belki anaakım sinema alışkanlarıyla bağdaştırabiliriz. Sözünü klasik anlatı marifetiyle söylüyor Iglesia; gerilimi yükseltiyor, açmazları kesiştiriyor, olay ve karakterleri bağlantılı bir şekilde seriyor. Final açık kapı bırakmıyor, kazanan ve kaybeden taraflar açık seçik veriliyor.

El Bar: Benzemezlerin yaşam mücadelesi El Bar filmi bir grup Madrid sakinini öğle vakti bir barda toplarken ansızın girişilen ölüm kalım savaşını ele alıyor. Barın işletmecisi Amparo (Terele Pavez) ve garson Satur (Secun de la Rosa) ile reklamcı Nacho’yu (Mario Casas), orta sınıftan kendini beğenmiş bir genç kadını (Elena, Blanca Suarez), işinden kovulmuş ayyaş bir polisi, kumar tutkunu orta yaşlı Trini’yi (Carmen Machi) ve bir meczubu (Israel, Jaime Ordonez) buluşturan filmde asıl benzemez ise Afrika’dan ölümcül virüsle dönmüş bir asker… Devlet enfekte şahsın barda olduğu bilgisinden hareketle barı karantinaya alıyor fakat bu karantina işlemini çevreyi ve içeridekileri bilgilendirmek yerine tüm demokratik seçenekleri ortadan kaldırarak bir insan avı şeklinde gerçekleştiriyor. İçeriden kim çıkarsa çıksın keskin nişancılar tarafından vuruluyor, dahası bu yaşananlar toplumda paniğe yol açmasın ve olayın iç yüzü anlaşılmasın diye bir süre sonra polis barın önünde lastik yakarak yangın süsü veriyor karmaşaya. Barda virüslü askerin cesediyle beraber mahsur kalan benzemez’ler ise kime karşı savaşacaklarını şaşırıyorlar. Kendilerini avlamak isteyen kolluk güçlerine mi, ölen askerin bulaşıcı hastalığına mı yoksa askerin üzerinde buldukları ilacı paylaşamayan bencil doğalarına mı?

Moskova imhası ve Meksika açmazı El Bar filminde iki mesajın öne çıktığını söyleyebiliriz. İlk mesaj bazı kriz anlarında devletin kapitalizmden aşkın bir işleyişe sahip olduğu yönünde… Peki, aldığı istihbarat doğrultusunda potansiyel virüs taşıyıcılarını bir barda kıstıran, komplo hazırlayan, hukuk tanımayıp yaşam hakkına saldıran ceberut devlet tüm bunları neden yapıyor, neden tüm sorumluluğu üstleniyor? Virüsü, salgını örtbas etmek için değil mi? Bir devlet salgını neden örtbas etmek istesin? Yahut sükunet en çok hangi kesimin işine yarar? Sermaye sınıfı diyebilir miyiz? Yaşadığımız pandemide devletlerin sermayeyi yer yer kayırırken yer yer kimi yaptırımlara uğrattığını görüyoruz. El Bar’da ise İspanya devleti Ebola virüsü Madrid sokaklarında kol gezmesin diye bazı vatandaşlarından vazgeçiyor. Film bu yönüyle Rusya’nın meşhur tiyatro baskınını (Moskova, 24 Ekim 2002) çağrıştırarak bir bakıma devletin zorba seçimine vurgu yapıyor. Filmdeki ikinci mesaj ise aşı ile silahın kurtuluşa giden yolda ölçülü ve akıllıca kullanılmaları gerekliliği. El Bar’da ana çatışma yoksunluk ortamında kurulmak istenen iktidara dayanıyor; başka bir deyişle iktidar savaşına… Tedaviye herkesin erişemeyecek olması ister istemez bir paylaşım savaşı başlatıyor ve bu yolda tabancayı elinde tutan, kullanmak için uygun anı bekleyen tarafın galip geleceği anlaşılıyor. Aşının iyileştirirken tabancanın yaralayıp incitmesi filmin temel çelişkisini vurguluyor. Yapmak ve yıkmak aynı programın parçası… Meksika açmazına benziyor durum!

Karantinada insan: İnsanın kurdu!  Iglesia, El Bar’da benzer üretimlerine kıyasla zayıf bir alt metinle kendini tekrar ederken bu kez çatışmayı daha görünür ve çok boyutlu kılmayı başarıyor. Karakterlerimizin karşısında birçok zorluk beliriyor. İlk olarak çift katmanlı bir travma yaşadıklarını söylemek mümkün. Hayatlarının bir anda değişmesi şüphesiz travmatik bir etki yaratıyor ve bu etki karantina koşullarıyla birlikte katlanıyor. Karantina koşullarının yarattığı ruhsal tahribatın ötesinde somut düşmanlardan söz edebiliriz. Kahramanlarımız kuşatılmış, kıstırılmış bir vaziyette. Düşman hem içeriden hem dışarıdan bastırıyor. Üstelik ne içerideki ne dışarıdaki düşman gözle görülür cinsten! Devlet barda mahsur kalan vatandaşların tahliyesine izin vermiyor, bir çeşit “itlaf” hazırlığında. Diğer yandan bar tuvaletinde yatan virüslü ceset tehlike saçıyor. Ölümün kıskaca aldığı bar müşterileri yine bu virüs kurbanın cebinden çıkan ve virüsün tedavisini taşıdığı anlaşılan şırınganın peşine düşüyorlar. Böylece Iglesia insan doğasına yönelik acımasız eleştiriler sıralayacağı bir zemine yaslıyor öyküsünü. El Bar’ın esasen karantina mantığını sorguladığını söyleyebiliriz. İnsan soyu tehlikeden kaçınmak ister ve kapalı bir mekânı tehdit unsuruyla paylaşmak ürkütücüdür. Karantina ise toplum onayı almış bir tecrit yöntemidir ve halk sağlığı için zorunlu olsa dahi psikolojik sorunlara yol açmaktadır. Filmin gelişim safhasında karantina fikri topluluk tarafından kabul edilince karakterler açılıp kriminal bir ortam kuruluyor. Elbette bu tabloya güçlü bir hayatta kalma güdüsü eşlik ediyor. Kapana kısıldığını fark eden müşteriler henüz ortada paylaşılacak bir tedavi olanağı yokken dahi birbirlerinin kuyusunu kazmaya, gerilmeye başlıyorlar. Her birinin kusurları açığa vuruluyor. Emekli polisin çantasından kadın iç çamaşırları çıkıyor, reklamcı şüpheli davranışlarından ötürü dolap çevirmekle suçlanıyor, deli ise bu çılgınlık ortamından faydalanarak hakimiyetini ilan ediyor. Birkaç dakika evveline kadar umursanmayan deli iniş çıkışlarıyla karantinanın ruh halini temsile soyunuyor. Delinin hükmü başlı başına ironik ve insan soyunun yıkım tehdidi karşısında yılana sarılma pratiğini anımsatıyor. Soyumuz tarih boyunca zorda kalınca kitleler halinde aklın yitimine başvurmadı mı? Mucize beklemedi mi, medet ummadı mı? Öte yandan tüm ruhani, ilahi beklentiler erişemediğimiz yere duyduğumuz saygının bir ifadesi değil miydi? Cezalandırılma korkusu insanı delilerle işbirliğine yahut deliliğe yöneltmedi mi? Fakat burada başka bir şeyden daha söz etmek gerekiyor. Delinin hakimiyetini yalnız aklın yitimine duyulan arzuyla, kaosun o delişmen ruhuna sığınma gayretiyle açıklayamayız. Deli bir anda tüm ilahi güçlerin sembolü(eli)ne dönüşüyor ve bu dönüşümün bilincine varıyor. Yaşamını kilisede dilenerek geçirirken, sefil bir konumda itilip kakılırken tüm açlıklarını doyurma fırsatı yakalıyor. Bedava sınırsız içki, el sürülebilir kadın teni, rekabet edilebilir bir akıllılar sürüsü… Delinin özne haline gelmesi, kutsandığını(!) fark etmesi filmin gidişatını da belirliyor. Bir topluluk tümden ötekileştiğinde, üstü çizildiğinde içlerinden kimin daha öteki olduğunun önemi kalmıyor. Böylece rekabet daha adil koşullarda veriliyor, çılgınlık paylaşılıyor diyebiliriz.

Filmin kusurları
El Bar diğer Iglesia kara komedilerine göre daha zayıf, görüşümü başta da belirtmiştim. Hatta bu filmi kara komedi saymak ne kadar doğru olur, bilemiyorum. Evet, olaylar trajik ve gülünç bir ortamda gelişiyor ancak eleştiriler derinlikli bir yaklaşımdan yoksun. Filmin hiç dinmeyen temposu eleştirinin önüne geçiyor, eylem uçup sözü boğuyor! Devletin gözden çıkardığı benzemezler kader birliği yaparak ölümden kaçıyor, aşı için rekabet ediyorlar ve günün sonunda El Bar tipik bir Hollywood filminden farklı bir yere düşmüyor. Hollywood’da da “o saatlerde” anlatısı etkindir. Şehirde yaşam kendi rutininde akarken “o saatlerde” birileri can çekişir, zamanla yarışır, hayat kurtarır, ölümden döner, vezir de olur rezil de… Olaylar şehirle, toplumla ilişkilidir ve bir anlamda büyük kader’i çizmektedir fakat kimsenin sessizce örülen kader ağlarından haberi yoktur. Filmin finali de bu anlatıya göre düşünülmüş ve ters köşe kılınmamış. Aslında şunu ileri sürebiliriz. Iglesia başarılı kara komedilerinde de Hollywoodvari planlar kullanıyor, yine aksiyon sahnelerinin başarısı seyirciyi perdeye bağlıyordu, oysa yönetmen teknik açıdan zenginleştirdiği filmlerin sosyal altyapısını da ustaca kuruyordu. El Bar’da aynı inceliği, aynı çabayı göremiyoruz maalesef. Ancak Iglesia’nın filmi iç karartıcı bir nitelik taşımadığından ve kolay tüketilir olduğundan izlenebilir. Hem o paylaşım savaşı keyif de verecektir; tabi şu süreçte geliştirilen aşıların bir çekişmeye yol açmayacağını düşünürsek!

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

El Bar: Karantinada Paylaşım Savaşı” için 2 yorum

  1. İyi günler. Zamanında yazmış olduğunuz Atlas ve Sisifos üzerine nükteli bir makaleniz vardı kısa ama lezzetli. Maalesef hala bulamıyorum onu tekrar. Bana ulaştıracağınızı söylemiştiniz. Geri dönüş bekliyorum. Lütfen

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: