Türk sinemasında bir duraklama dönemine girdiğimiz aşikar. Geçen sene Altın Portakal’a bir Zeki Demirkubuz darbesi/hamlesi izlemiştik. Demirkubuz başkanlığındaki jüri adı sanı pek duyulmayan bir yönetmene (Ali Özel), ama daha önemlisi birçok sinemaseverce vasat bulunan bir ilk filme (Bozkır) ödül yağdırmıştı. Filmin ilk film olması festival yönetmeliğinin çiğnendiği noktasında iddiaları gündeme getirdi. Duraklamanın en kayda değer göstergesi olarak bu festivalde izlenen tutumu sayabiliriz. Altın portakal iki şeyi işaret ediyordu. Öncelikle ticari sinema ile festivallerin yolu büyük ölçüde ayrılmıştı. Sektörle yapılan bu yazısız anlaşmanın ötesindeyse entelektüel filler tepişmeye başlamıştı, artık vekiller değil asiller (lobiler) savaşıyor, hınç gösterileri “manifesto” maskesiyle sergileniyordu. Hazır duraklama dönemine girmişken etekteki taşları dökmek, eleştirileri daha gür sesle dile getirmek gerekiyor. Zira işler iyi giderken kimse kimseyi dinlemiyor, kimse kimsenin gevezeliğine gönül indirmiyor! Sinemamızda iki sorunun öne çıktığını görüyoruz: Mekânda ve baş karakterde tıkanıklık.. Mekân meselesinde, bir kentten kaçış refleksi var. Bunu hemen her seyirci ayırt ediyor. Yazıda daha çok mekân tercihine eğileceğiz ancak baş karakterin nasıl tektipleştiğine de kısaca değinmek isabet olacaktır.
Yaralı taşralıdan plaza küskününe
Yaralı taşralı ailemizden biri! Onu tanımaktan öteyiz! Öyle ki neredeyse her akşam kanepede oturup tüplü televizyona birlikte bakacak, televizyona serilmiş danteladan türlü hayallere falan dalacağız! Onunla yatıp onunla kalkıyoruz. Bu taşralılar bir gün bardağı (belki de testiyi, kimbilir!) taşıracak ama ne zaman? Kestirmek güç… Onları kim yükseltti, kim düşürecek? Kasaba ve Mayıs Sıkıntısı‘nda gördük onları. Doğrusu Nuri Bilge Ceylan‘ın her filminde rastladık. Semih Kaplanoğlu da sevdi ve üçlemesinde yer verdi yaralı taşralıya. Yumurta filminin açılışında yarım saat yürüyen teyze bir filmin ne kadar festival filmi olduğunun ölçütü haline geldi! Yeri ve zamanı değil ama girişimcilere parlak bir fikir verebilirim! Yaşlı teyzenin yolculuğunu mekanik aksam yardımıyla bir kaide üzerine yerleştirsinler. Her yürüyüş yarım saat sürsün. Yarım saat gidiş yarım saat geliş derken tam bir saate denk geleceğinden herkes hesabını bilir! Bir çeşit kum saati… Festival teyzesini bir kenara bırakırsak yaralı taşralı “pastoral yalnızlığın”, “şiirsel kayboluş”un imgesiydi, içe dönüşün fularsız Red Kit’iydi ve her halükarda yorgundu. Şehre gidip geldiyse şehir yormuştu onu, hep taşrada kaldıysa taşranın o korkunç dinginliği kanser etmişti! Nefes alınamıyordu taşrada, hem orada yaşamadan oranın nasıl bir yer olduğu anlaşılamazdı. Ki ben de bu hesaba göre anlayıp dinlemeden ahkam kesiyorum! Ama orayı bilmeden oraya dair anlatımları olduğu gibi kabullenmek de sinemayı kısırlaştırma riski taşımıyor mu? Aslında”yaralı taşralı” filmleri de 80’lerin arabesk film furyasını andırıyor; anlatıyı daraltıyor ve sinemayı dilsizleştiriyor. Peki biz neden sürekli yaralı taşralı izliyoruz? Mekânda da bahsedeceğim, şimdilik bir giriş olsun. İlk elden şunu söylemek istiyorum. Sosyal hareketin büyük kentlerden küçük kentlere yöneldiği bir evredeyiz. Rağbetin yön değiştirdiği bir dönem ve kalabalıkların devir daimi söz konusu… İstanbul’un nüfusu doludizgin artıyor ancak göç de veriyor. Beyin göçü veriyor. Diplomalı işsiz ordusu diğer bir deyişle YÖK’ün tımarlı sipahileri Çanakkale’de, Balıkesir’de kafayı bozup organik yaşam havzaları(!) kuruyor, az biraz parası olanlar Ege kasabalarına kaçıyor. Bu tersine hareket bir burukluğu ifade ediyor. Haydarpaşa Garından çıkıp elindeki bavulu merdivenlere koyanlar ne diyordu? “Seni yeneceğim İstanbul!” Dedelerim de yanılmıyorsam 50’lerin başında gelmişler İstanbul’a ve belki onlar da içlerinden şöyle geçirmişlerdir: Seni yeneceğim İstanbul, sana tutunacağım; aşımı kaynatacağım, geçinip gideceğiz. Hamallık ettiler, kahve işlettiler, sabun fabrikasında çalıştılar, bir biçimde hayatta kaldılar. Oysa bugün trend değişti ve küçük şehirlere gidenler “sana yenildim İstanbul” diyerek gidiyorlar. O buruk gidiş, o yenik ruh hali buruk bir karakter doğuruyor, yaralı taşralıyı! Tam bu noktada Yeşilçam dili ile festival sinemasını ayıran unsurlar arasında başkarakterlerdeki değişimi sayabiliriz. 60’lar Yeşilçamı’nda zengin-fakir çelişkisi “ucuz” bir biçimde aktarılıyor, sınıfsal özünden, kirinden pasından temizleniyordu fakat namuslu, gururlu işçiler, ağanın zulmü altında inleyen köylüler, kent meydanlarını beş parasız arşınlayan avareler eksik olmuyordu. Cilalı İbo’lar, Turist Ömer’ler, Cafer’ler… Balıkçısı da vardı, demircisi de… Bazen grevcisi, bazen grev kırıcısı… İstanbul’u yenmek isteyen karakterlerdi bunlar fakat yaralı taşralı sinemasında kaderine razı gelmiş karakterlere tanık oluyoruz ve attıkları havluyu biz filmlerde görüyoruz. Birçok filmde karşımıza şu sahne çıkıyor. Karakterimiz aynanın karşısına geçer, yüzüne su çarpar sonra gidip bir köşede çiviye asılı havluya kurulanır. İşte o havlu aslında atılan havludur! O şekilde değerlendirilmiştir! Havlunun kenar süsleri ise nenelerimizi simgelemez. Nenelerimiz iyi kötü savaşmışlardır ve o yenilgiye nişan olmazlar!
Plaza her zaman kazanır!
Yaralı taşralı tersine göçün bir dışavurumuyken göçemeyenler de diplomalı mağlupların hüznünü paylaştı. Plaza küskünüydüler, beyaz yakalıydılar, bugün var yarın yoktular ama işte bırakıp gidemiyorlardı. Takside girmişlerdi, çocuk yapmışlardı, fuckbuddy bulmuşlardı. Gidemiyorlardı, İsmet Özel‘in şiirinde seslendiği gibi “oyundan çıkmıyorum, korkuyorum, sıram geçer, biletim yanar diye”. Oyundan çıkamayanlar kendilerine derhal bir “plaza küskünleri derneği” kurarak sinemada faaliyete geçtiler. Bizler bu karakterleri iki türlü seyrediyoruz. Ya olanca hırslarıyla tatile çıkıyor, orada kozlarını paylaşıyorlar (Kusursuzlar, Ramin Matin, 2013) ya da şehirde fena bunalıyorlar; halüsinasyon görüyor (Küçük Şeyler, Kıvanç Sezer, 2019), klostrofobi yaşıyorlar (Son Çıkış, Ramin Matin, 2018). Şehirde cinnetin eşiğine dikilmiş duruyor plaza küskünleri. Akılları habire saatine bakıyor, yürekleri “beş dakika daha” kalmak için çarpıyor. Küskün plazalı için taşra karaya vurmak anlamında ve plazalı, akvaryumundan çıkarsa bir gün dahi yaşayamayacağını gayet iyi biliyor! İşte o yüzden sağlıklı gidişler göremiyoruz. İstanbul’dan çıkış yok, plaza her zaman kazanır. Buna karşın plazalı figürünü ehveni şer saymak lazım. İşimiz yaralı taşralıya kalsa bir arpa boyu yolu yarım saatte gideceğiz! Plazalı tatile neyim çıkıyor!
Çakmağından yöresel ağzına “Anadolu bilgesi” muhtarlar: Her taşın altında, her suyun başında
Üçüncü bir karakterden daha söz açmalı. Festival sinemasında kırsalın şiveli konuşmayla kotarıldığını görüyoruz. Televizyon kolaycılığı beyazperdede de benimsenmiş. Karadeniz, Ege ve Güneydoğu şiveleri öne çıkıyor. Emin Alper kırsala demir atanlardan (başka bir deyişle Ankara’ya martı konduranlardan)! İlk filmi Tepenin Ardı (2012) katıksız bir Anadolu gerilimiydi. Devamında Abluka (2015) geldi. Abluka İstanbul’da yoksul ve kurtarılmış bir mahallede geçiyor, yeniden döneceğiz. Alper’in son filmi Kız Kardeşler (2019) de kırsal masal tadında… Masalsı kırsal yahut kırsalsı masal! Aynı renk paletinin laciverti! Kırsal ile kasabayı başarıyla kenetleyen yönetmenimiz ise şüphesiz Nuri Bilge Ceylan… Ceylan Bir Zamanlar Anadolu’da ve Kış Uykusu‘nda hem kasabayı hem kırsalı veriyor. BZA’da kasabayı doktor ile savcı üzerinden somutlarken kırsalı muhtar karakteri (Ercan Kesal, aynı zamanda filmin senaristi) temsil ediyor. Zaten Kesal için her devrin muhtarı diyebiliriz! Bilge muhtarlar, akil kişiler kırsalın bir sureti biçiminde canlanmışlar. Muhtar, Anadolu coğrafyasında baş idareci, baş müzakereci, baş her bir şey! Sivas (Kaan Müjdeci, 2014) filminde köpek dövüşü organize ediyor, BZA’da cinayet soruşturması için gelen devlet büyüklerini ağırlıyor ve her fırsatta köyün sorunlarını dile getiriyor. Köye morg yaptırmak istiyor mesela! Savcı gelmiş cinayet soruşturuyor, muhtar ona “köye morg yapalım sayın savcım” diyor. Güler misin ağlar mısın! Muhtarlar bıçkın kırsalın imgesi… Taşra ne denli kırılgansa kırsal o denli bıçkın… Tabi bir anlam kargaşasına yol açmamak adına taşra derken kasabaları hatta ilçe merkezlerini kastettiğimi belirteyim. Köyler ise bildiğimiz köyler! Gidip görmeden sahiplendiğimiz… Hani tezek kokan, Ali Tezel hesaplarının aksi istikameti! Şehir Ali Tezel kokarken, kırsal tezek kokuyor! Taşradaki pastoral yalnızlık kırsalda yerini müthiş bir öz güvene bırakıyor. “Cehalet” arttıkça hakimiyet yanılgısı da güçleniyor. Burada muhtarların dışında çobanlar var. Çoban da köyün idarecisi hatta çoban bir köyün sınır muhafızı… “Köyde sınır ne arar” demeyin! Yazılar, yaylalar, geniş meralar… Tüm bunları kim yönetecek? Kim yayacak gocca sürüyü?
Taşradan çıkamıyorum!
Sosyal medyada gezinirken denk geldiğimiz bir videodan çıkamıyoruz bazen ve bunu belirtme ihtiyacı duyuyor, iştahla “videodan çıkamadık” diyoruz. Videonun etkisini vurguluyoruz fakat videodan çıkamayışımızın asıl sebebi oynatıcının yani elimizde tuttuğumuz teknolojik zımbırtının süreklilik sağlayan ayarı… Video biter bitmez başa dönüyor, ses ve görüntüler tekrar edip duruyor. Hiç bitmemiş hissi uyanıyor içimizde. Doğrusu hiç bitmeyip hiç başlamıyor bu videolar. İşte bu düşkün hali sinemamızda taşra ağırlığına uyarlayabiliriz. Festival filmlerimizde taşradan çıkamıyoruz. Dahası hiç bitmiyor ve hiç başlamıyor bu filmler! Şu an bu satırları okuyan okur, sana soruyorum; sen bir yönetmen olsan, senaryoyu da kendin yazsan taşrada ne anlatırdın? Taşrada ne anlatılır? Bu soruları Bresson‘a soramayacağımdan size soruyorum, kusuruma bakmayın! Taşrada ne anlatılır? Sıkıcı, bunaltıcı, kekremsi şeyler… Aklınıza başka hangi sıfatlar geliyor? Ama bir yanılgı var sanki, asıl vasfı atlıyoruz. Taşra iktidarsız bir mekân! İnsanların ekmek kaygısıyla büyük şehirlere üşüştükleri bir dönemde tasfiye edilen tarımsal üretimi ve fabrikasyon besiciliğe direnemeyerek “biten” hayvancılığı ile taşra koca bir kahvehaneye, bir küllüğe dönüşmüş durumda! İşsizler dişlerinin arasından tükürüyor, sigara tellendiriyor, at yarışı oynuyor. Viski içseler Vahşi Batı sanırsınız oysa orası sadece iktidarsız ve sinirli taşra! Diğer yandan taşra 19. Yüzyıl Rus edebiyatının aurasını taşıyor. Bilmem kaçıncı sınıf memur bizim taşrada öğretmen! NBC’nin öğretmenleri onlar! Kış Uykusu‘nda Levent Öğretmen (Nadir Sarıbacak), Ahlat Ağacı‘nda İdris Öğretmen (Murat Cemcir). Sürgündeler ve şehrin acımasızlığıyla, şehrin yeni kültüründen bir şarkı sözüyle ifade edersek “kendi evinde la la la, deplasmandalar!” Gişede memurluk yapanlarına da rastlıyoruz. Örneğin Tolga Karaçelik‘in bir Gişe Memuru (2010) vardı; ardından Kelebekler (2018) filminde kırsala her anlamda yabancı üç kardeş geldiler, babalarının cenazesini kaldırmaya çünkü taşrada yaşama en yakın şey cenazedir! Öte yandan öğretmenlerin, memurların sendikasız ve tepkili olduklarını anlıyoruz. Harranlı olabilirler ama kesinlikle sendikalı değiller, bir meslek odaları yok. Geçtim onu, bir öğretmen odaları bile yok! Bunalımdalar, kendilerini aşağılanmış hissediyorlar ama ne bileyim meslektaşlarıyla duble Türk kahvesi içemiyor, iki lafın belini kıramıyorlar. Ne anladım öyle öğretmenlikten!
Taşra ve kırsalda inandırıcılık izolasyonla örtüştürülüyor. Geleneksel geçim kaynaklarının maziye karıştığı, işsizlik yahut gönülsüz memurluğun sürdürüldüğü bir düzlemde bu yalnızlığı yadırgamıyoruz. Ekip biçen yok, omuz omuza değmiyor ve omuz omuza demeyince haliyle dayanışma öğrenilmiyor! Festival sinemamız bu örgütsüz taşradan çıkamıyor. Demirkubuz da şehirden kaçan bir ilk filmi ödüle boğdu. Kendisi şehir bunalımlarının yönetmeni ama herhalde o da bir hikmet buldu taşrada! Taşı toprağı altın taşrada!
Haklı ve okkalı bir soru: Ali Tezel sineması neden yok?
Tezek kokulu sinemamızın karşısına Ali Tezel kokulu bir sinema önermiştim, biraz açayım. Tezel bir emeklilik hesaplama uzmanı… Yaş, gün, kıdem, sgk, bağkur… Öyle tanıdık onu, hızlı konuşup hızlı hesaplıyordu, bürolar açtı, işi iyice ticarete döktü. Tezel iş yaşamının simgesi, diğer yandan emeğini ücret karşılığı satanların ne zaman ve hangi koşullarda artık çalışmadan maaş alabilecekleri sorusunun yanıtı… Emeklilik özlemini simgeliyor Tezel. Eskiden taşra emeklilik hayalleriyle bağdaşıyordu. Ellisinden sonra sakin bir sahil kasabasına yerleşiliyordu o hayallerde. Malum, artık mezarda emekli olunuyor ve şehir bu kez cehenneme dönüşüyor. Ali Tezel işte bu cehennemin, çalışma yaşamının, hayat kavgasının koçu. Festival sinemamızda Ali Tezel’e yer yok. Yakın dönemde birkaç film işçileri beyaz perdeye taşıdı. Söz gelimi Babamın Kanatları (2016)… Filmin yönetmeni daha sonra Küçük Şeyler‘i (2019) çekerek küskün beyaz yakalı hikayesine kaydı. Sezer istisna değil, şehirde çekilen filmler genellikle beyaz yakalıların etrafında dönüyor. Şehir Levent’ten, Kozyatağı’ndan, Ataşehir’den ibaret! Peki festival sinemasının dışladığı şehir anlatıda neleri karşılıyor? Şehrin imkanlarından faydalanan televizyon hangi kavramlardan destek alıyor? Faslı gerçek verilerden açalım. Geçenlerde bir “koronavirüs temaslılar” haritası yayıldı sosyal medyada. Şirinevler ile Ataköy’ün kıyaslandığı haritada tahmin ettiğiniz gibi İstanbul’un ilk lüks sitelerinin yükseldiği Ataköy az sayıda hastayla dikkat çekiyordu; Şirinevler ise riskin derecesini kırmızı ile yansıtıyordu. Kıpkırmızıyla… Ataköy vb. yapıları Zeki Demirkubuz’un C Blok‘unda görmüştük. Akademisyenler, diplomatlar, iş adamları bu bloklarda ikamet ediyor. Diğer taraftan duvarın berisinde kapıcılar, ötesinde serseriler, seçkin azınlığın dirliğini tehdit ediyor… Bu yarılma halini ortaokulu Erenköy İlköğretim’de okuyan bir öğrenci olarak iyi bilirim. Ben Maltepe’den gider gelirdim, o zalim ayrışmanın tarafı değildim ama üç yıl boyunca zengin çocuklarının, semtlerinin kapıcı çocuklarını sistematik bir şekilde aşağıladıklarına tanık oldum. Bekçi, kapıcı çocukları bizim sınıfta çeteleşmeye müsait çocuklardı, derslerinde başarısızlardı; bazıları okuldan atıldılar zamanla, bazıları zar zor diploma aldı ama bu ayrışmanın bir çeşidi de bugün salgın sürecinde yaşanıyor işte! Yoksullar ölüyor, varsıllar yaşıyor! Şimdi bu şehri biz sinemamızda ne ölçüde görüyoruz? Şehri dinamiklere bölüp düşünelim. Kaymak tabakayı ayıralım. Cadde’lerini, Zekeriyaköy’lerini, Etiler’ini… Buraları zaten tartışmayacağız. Plazaları ve siteleri alalım… Yöneticilerin evden işe/işten eve meskenleri… Yönetilen beyaz yakalılar (ofis emekçileri) ise bir savaş veriyor: “Daha iyi semtler” savaşı… Böylece ilk iki hattımızı kurabiliriz. Bir: plaza-site hattı. İki: semt. Plaza-site hattı 12 Eylül’ün mirası, söylemeye lüzum yok. İkili Oyunlar (İrfan Tözüm, 1989) filminde plaza-site hattını palazlandıracak işbirliğini gözlemliyorduk. 70’lerin solcu aydınları 80’lerin liberal tetikçileri haline geliyordu. Onlar kurdular dünyalarını fakat semt de değişti. Asıl ilginç olan semtin değişimi… Vefa değişti, Çengelköy değişti… Semt kültürü yerini daha iyi koşulların arandığı bir anlayışa bıraktı. Semt evli beyaz yakaların tatlı rüyasıydı artık! Huzurlu bir yaşam oradaydı… Bugün Perihan Abla‘nın, Süper Baba‘nın semtini bulamıyoruz ancak keşmekeşin sorumluları, planlayıcıları, özel araçlarıyla şehri kire gürültüye boğanlar o keşmekeşten kaçıp semtler’e sığınıyor, kafa dinliyorlar.
Medcezir Yüksek Gerilim Hattı: Abi sen bi mahalle’ye dön!
Üçüncü hattımızı kentsel dönüşümden doğru ele alalım. Ben bu hatta izninizle “Medcezir hattı” diyeceğim. Medcezir (2013) Çağatay Ulusoy‘un parladığı televizyon yapımı… Dizide Ulusoy’un hayat verdiği Yaman karakteri tabiri caizse bir masalın ortasına düşüyordu, saati gece yarısı 12’yi vurmayan bir külkedisiydi. Zengin bir aile evlatlık ediniyordu bu dürüst genci. Konuyu dağıtmamak için fazla karıştırmayacağım ama epey gülünç bir durum! Bir kediyi, köpeği sahiplenirken bile çocuk olmasına dikkat edenler, kılı kırk yaranlar üniversite çağında bir genci neden sahiplenir? Neyse, konumuza dönelim. Yaman’ın bir mahallesi vardı. Abisi ve kimi arkadaşları da oradan katılıyordu hikayeye. Bu mahalle tekinsiz bir yerdi (çekimleri 1 Mayıs, resmi adıyla Mustafa Kemal mahallesinde gerçekleşmişti) ve varoşların yüklendiği imajı kusursuz yansıtıyordu. Orası kurtarılamaz, ıslah edilemezdi; oradan ancak kurtulabilirdi insanlar. 12 Eylül’ün bireysel kurtuluş düsturu mahalle’nin yazgısı gibiydi… Yaman’ın yerleştiği siteyse Tuzla’daydı. Tuzla da eni sonu bir banliyö… Görüntüyü şöyle yorumlayabiliriz: Şehrin göbeği “vahşi halka” terk edilmiş, burjuvalar villalarına çekilmişler! Şehrin eşkıyalara kaldığı bu vahim tablo televizyon dizilerinin vazgeçilmezi! Birçok dizide yoksulun geldiği yer “mahalle” olarak imleniyor. Televizyonda ilk iki hatta tek tük rastlanıyor ancak sakar ve duygusal kızın zengin patrona aşık olduğu romantik yaz dizilerinde sınıfın atlanacağı yer illa ki mahalle oluyor. Mahalleyi bu dizilerde yalnızca sarsak kızımızın yuvadan uçtuğu sevimli basamak biçiminde düşünmeyelim, yeri geldiğinde bir sopa hüviyetine büründüğünü söyleyebiliriz. Geçen Menajerimi Ara dizisinin yerli versiyonunda denk geldim. Bir sahnede genç oyuncu kızdığı abisine “sen mahalleye dön abi” diyor, mahalleyi bir sürgün kisvesinde kullanıyordu. Abi sen yaramazlık yaptın, yeni çevrene adapte olamadın, mahalleye dön! Mahalle cezası yetmez, abisi bir de tek ayak üstünde halk otobüsü falan beklesin! Bir kez daha toparlarsak festival filmlerinin cesaretini sorgulayabiliriz. Büyük şehirlerde, hele İstanbul’da film çekemiyor yönetmenler. Mahalle kavramını büsbütün dizilere kaptırmışlar, arada bir o da eşref saatlerindelerse plaza-site ve semt filmi çekiyorlar. Çok tekrarladık ama yine soralım: Neden kaçıyor bu yönetmenler? Neden bir Ali Tezel sineması yok? Yahu kimse çalışmıyor mu bu ülkede? Kimse emeklilik yaşı hesaplamıyor mu? Biz ne ara böyle bir ülke olduk!
Bardağın hep boş tarafına baktık, uzun uzun baktık. Yolları yarım saatte yürüdük, şimdi de İstanbul’da çekilen iki filme bakalım. NBC Uzak’ı İstanbul’da çekti. Büyük şehirde geçen ilk uzun metraj filmiydi. Başrol oynayan yeğeni Mehmet Emin Toprak daha sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Bu açıdan talihsiz bir film Uzak… Kar altında İstanbul… Yer beyaz gök gri… İstanbul’a senede birkaç kez kar yağar, o da her sene yağmaz. NBC o aralığı yakalamış ve usta bir ressamın fırça darbelerinden çıkmışcasına muazzam görüntüler kaydetmiş ama hikayenin çatışması sıradan… Az gelişmiş gelir çok gelişmişin huzurunu kaçırır. İki erkek içten içe rekabet halindedir. Bunu kendilerine dahi itiraf edemezler. Yönetmen bir dram sayabileceğimiz Üç Maymun‘u da İstanbul’da çekti. Ancak Üç Maymun da 2016’da Kor‘u çeken Demirkubuz senaryolarını andırıyor. Demirkubuz Üç Maymun filminin Kor’un hikayesinden çalındığını iddia etmişti. İki yönetmenin arasına girilmez elbette fakat Üç Maymun’un NBC sinemasında ayrıksı kaldığını söylemek mümkün. NBC’nin İstanbul’unu taşra yalnızlığından ve Demirkubuzvari kangren ilişkiler sarmalından öteye yazamıyoruz. Yakın dönemde mahalleyi gördük Abluka’da, isminin hakkını veren yorucu, basık bir filmdi Emin Alper’in Abluka’sı. Baştan sonra yoksul bir mahallede geçiyor hatta kahramanının yaptığı iş dolayısıyla Yılmaz Güney‘in Düşman (1979) filmini çağrıştırıyordu. Ancak Güney’in gerçekçi sinemasına hiç benzemiyordu Abluka, karışık bir olay örgüsüne ve metaforik bir anlatıma sahipti. Abluka’da yalın bir mahalle gördük. Yoksul emekçi mahallesi… Açıkçası Medcezir’de Yaman’ın “kendini kurtardığı” mahalleyi yakın plan gördük diyebiliriz. Kahvehanesinden çaresizliğine, polis baskısından sol faaliyetine dek… Fakat hayaller ile gerçekler üst üste binince anlatı mahallenin yalınlığına ters düştü ve Abluka, bir 12 Eylül klasiği sayabileceğimiz Camdan Kalp (Fehmi Yaşar, 1990) filminin gecekondu mahallesinde çekilen bölümüne yakınlaştı. 80’lerden çıkışı simgeleyen ve C Blok’un bir tür habercisi olan Camdan Kalp’in de Gülsuyu’nda çekildiğini not düşelim. Camdan Kalp’teki aydın tiplemesi Kirpi, Kış Uykusu’nun Aydın Bey’i gibi tiyatro camiasında emek harcamış bir karakter; boyunu aşan maceralara atılıyor, yoksul mahallelerde hiçbir geçerliliği olmadığını anlıyor, bedelini ağır ödeyerek. Abluka Camdan Kalp’e nazaran şehir yaşantısıyla daha organik bağlar kuruyor nedir ki sözünü dolambaçsız söylemiyor.
Festival sinemamızda Toros gırla ama modifiye Şahin az
Anadolu’da ufak bir yerleşime bile gitseniz adım başı Toros otomobil görürsünüz, süsleyerek söylersek zamanın yavaş aktığı bu topraklarda motorlu taşıt gösterişten ziyade bir ihtiyacın karşılığıdır ve insanlar taş toprak yollarda yıpranmasın diye eski model araçlarını kullanmayı sürdürür. Toros, Ege’sinden İç Anadolu’ya oradan Doğu’ya tüm bir kırsal coğrafyanın iş yükünü taşırken kültürel ortaklığını da ifade etmektedir. Üstelik bir zamanlar sivil polis aracı olarak beyaz Torosların kötü bir namı vardır ve köylüler kadar güneş gözlüklü, sarkık bıyıklı memurların da tercihi olmuştur. Festival sinemamız Toroslardan geçilmiyor. Her film başlı başına bir Toros reklamı! Oysa yeterince modifiye Şahin göremiyoruz. Şahin söylemi geldi geçiyor, şehirlerde Apaçi kültürü yerini başka formlara bırakarak sönümleniyor fakat biz doğru dürüst bir modifiye Şahin göremiyoruz! Bir Bağcılar göremiyoruz mesela. Bize Güngören’i o burun kıvırdığımız Recep İvedik gösteriyor! Bir dönem Ankara Çinçin ilgi görüyordu (Yolunda A.Ş., Emre Budak, 2015) yine son yıllarda Adana anlatıları öne çıkmaya başladı. Özellikle Hürriyet gibi göç alan yoksul mahallelere odaklanmış film ve dizilere rastlıyoruz. Benim Varoş Hikayem (Yunus Ozan Korkut, 2017) çekildi, aynı dönem bir internet dizisi olan Sıfır Bir Adana (2016-2019) yayınlandı. Dizi çok tutunca yerli bir platforma geçti. Bu yapımlarda modifiye Şahin’in gelişimini film kaplı Volkswagen Passat’ın (bahsi geçen arabayı mafyatik yükselişin bir göstergesi kabul edebiliriz) öncülü biçiminde izleyip yırtıcı ve suça yatkın varoş karakterin “hayatta kalma” hikayelerine sıkışıp kaldığına şahit olduk. Aslında 2009’da vizyona giren Kara Köpekler Havlarken (Mehmet Bahadır Er) ve Bornova Bornova (İnan Temelkuran) yoksul şehrin açmazlarını yansıtan önemli filmlerdi yine Çoğunluk‘u (Seren Yüce, 2010) yazabiliriz şehrin nabzını tutan filmler listesine fakat ne olduysa oldu, bu çizginin devamı gelmedi. Günümüzde ise modifiye Şahin’in temsilini yarattığı dinamizm dahilinde değil de bir fantezi nesnesi olarak görüyoruz. Örneğin Vuslat Saraçoğlu‘nun Borç (2018) filminde matbaa işçisi Tufan arabasına gözü gibi bakıyor, bu modifiye araç onun maddi manevi sıkıntılara boğulmuş hayatında taze bir nefes gibi . Modifiye araçlar kulübüne üye oluyor Tufan, etkinliklerini takip ediyor. Ancak araba Tufan’ın yaşamında merkeze oturmuyor çünkü Tufan evli, çocuk babası! O çoktan harcanmış! Onun harcanmışlığını seyredemiyoruz, zaten harcanmış, posası çıkmış! Ömrünü modifiye etmiş adam, daha ne yapsın!
Neden yazıdan çıkamıyorum?
Festival sineması yazdığımdan olacak ben de yazıdan çıkamıyorum! Halbuki taşra hakkındaki yargılar paylaşılıyor, seyircimiz üzerine bir karabasan gibi çöktü taşra! Nuri Bilge Ceylan’ın sabırsızlıkla beklenen filmi bile adıyla ürpertiyor: Kuru Otlar Üstüne. Artık kuru otlar üstüne uzanmak istemiyoruz ama el mecbur, heyecanla bekleyeceğiz filmi ve vizyona girince ilk iş gidip izleyeceğiz! Yazıyı ise burada ansızın bitireceğim, sonunu okura bırakacağım. Festival teyzesinin sekiz on satır daha yürüdüğünü, sobanın üzerinde patates piştiğini falan hayal edin siz. Ya da durun! Madem şehir dedik, şehirden yana tavır aldık, layıkıyla sonlandıralım. Şu nasıl? Mecidiyeköy Işıklarda’sınız ve şimdi karşıdan karşıya geçebilirsiniz! Şimdi karşıdan karşıya geçebilirsiniz! Şimdi…
Haydar Ali Albayrak