Denizli’de neden maske takmıyorsun diye soran valiye “canıma yetti, gebermek istiyorum” yanıtı veren esnaf Üzeyir Yazır’a
Seren Yüce‘nin ikinci ve son filmi Rüzgarda Salınan Nilüfer… Çoğunluk (2010) ile tanıdık yönetmeni. Hap haline getirilen bir bilgiyle dolaşımdaydı o zamanlar. “Mikro faşizmi anlatıyordu” bize Çoğunluk, çekirdekten nasıl bozulduğumuzu. Babası müteahhit olan Mertkan’ın, orta üst sınıf mensubu bir ergen irisinin öyküsünü anlatıyordu film. Onun büyüme sancıları, karşı cinsle ilişkisi… Filmi izlemeyenleri yanlış yönlendirmeyeyim, “ergen” dedim ya kazık kadar adamdı Mertkan (Bartu Küçükçağlayan), olgunlaşmamıştı sadece. Yüce uzun süre uzak kaldı sinemadan ve 2016’da Rüzgarda Salınan Nilüfer ile döndü. Ayrıca Masum dizisinin yönetmen koltuğunda oturduğunu not düşüp filme geçelim. RSN (Rüzgarda Salınan Nilüfer) yakın dönem sinemamızda “sol”dan burjuvaya ikinci bakış denemesi… Kendini Dev-Yol geleneğine yakın bulan Ateş İlyas Başsoy da Bir Avuç Deniz (Leyla Yılmaz, 2011) filminin yapımcılığını üstlenmişti. Seren Yüce de Başsoy gibi reklam yönetmeni ve sol değerlere yakınlık duyduğu anlaşılıyor. Peki Burjuvaziye bu merak neden? Üstelik sermaye sınıfının arzıendamı büyük ölçüde televizyon anlatıları (Günümüz Yeşilçam’ı)na terk edilmişken? Yüce için söylersek o yarı belgeselci bir sinema anlayışına sahip, sahadan fotoğraf çekmeyi seviyor ve sinemasını kesitin aktarımı biçiminde inşa ediyor. Çoğunluk da benzer gelişiyordu. Elbette finaller biraz daha sembolik ama anlamı pekiştirmeye yarayan bağlaçlar gibi, onları anlatıdan çıkardığımız takdirde çarpıcı bir değişim yaşanmayacağını öne sürebiliriz. Söz gelimi RSN’yi üç-beş sahne erken bitirsek, bu aldığımız sahneleri bir parça değiştirip başa eklesek ne değişir? Aslında iki şey değişir. Filmin sonundaki kırılma eksik kalacağından dramatik yapı sakatlanır ve başta verilen çürüme kılavuz niteliğini yitirir. Öyleyse RSN nasıl başlıyor, nasıl gelişiyor bir bakalım. Orta-üst sınıfa mensup iki aile… Birer çocukları var çiftlerimizin… Yakın arkadaşlar, çocukları da birbirleriyle vakit geçiriyor. Kaynaşmışlar iyice, hafta sonlarını birlikte geçiren tiplerden… Korhan (Tolga Tekin) ve Handan (Songül Öden) daha zengin olanları, Şermin (Tülay Günal) ile Aykut (Eraslan Sağlam) anlaşıldığı kadarıyla grafik tasarım işleriyle uğraşan görece orta halli ve entelektüel bir aile… Aykut ve Korhan yakın arkadaşlar ki açıkçası filmde bu yakınlığı pek hissedemiyoruz. Handan ise Şermin ile eski arkadaş, aralarının bir dönem açıldığını veya herhangi bir sebepten ötürü koptuklarını, tekrar buluştuklarını anlıyoruz. Filme başlamadan yükün hangi çatışmaya bindiğini belirleyelim. Bu film Aykut-Korhan’ın rekabetine mi yoksa Handan-Şermin çekişmesine mi odaklanıyor? Bana kalırsa ikisi de değil, RSN çocukların öyküsü aslında… Büyükler çocuklarda ele alınmış. Mikro düzey… Seren Yüce anlatısının maymuncuğu da bu zaten. Olabildiğince minimal ancak matruşkaesk bir minimalizm… Çoğunluk’ta faşizmi Mertkan’da cisimleştiren Yüce RSN’de orta-üst sınıf ilişkilerin çıkmazını ailelerin çocuklarında özetlemiş fakat bu kez açık kapı bırakmış. Çocukları yorumlayacağız. Filme bir yol girelim. Korhan tuvalette küçük ihtiyacını görüyor, fermuarını çekiyor. Çıkmasını bekliyoruz fakat o da ne! Kirli sepetinden bir kadın donu alıp kokluyor. Seyirci haliyle şunu düşünüyor. Adam kendi evindeyse ve ilişki halinde olduğu kadının donunu kokluyorsa aralarında sağlıksız (sapkın) bir iletişim var demektir. Fakat akla daha yatkını Korhan’ın misafirlikte olması… Nitekim Korhan misafirlikte ve yakın dostu Şermin’in çamaşırını kokluyor. Korhan’ın bir tesisatçı, tamiratçı olamayacağını ancak misafirlikte bulunacağını temiz giyiminden anlıyoruz. Çürümeyi veriyor Yüce, daha doğrusu orta-üst sınıfın ilk fotoğrafını çekiyor. İlk fotoğraf neden koklanan don? Bu sınıf, ahlaksızlığıyla ünlü değil mi? Yüce en bilindik yerden başlıyor filmine: Ahlaksız orta-üst sınıf…
Rüzgarda salınan orta-üst sınıf ve burjuvazinin kağıttan kaplanı
İlerlemeden bir kafa karışıklığını gidermemiz isabet olacak. Biz bu karışıklığı çözümleyemeyiz elbette! Sosyal bilimciler hayli uzun zamandır, neredeyse masallarda zaman birimi niyetine kullanılacak denli uzun zamandır çözümlemeye çalışıyor orta sınıfın sınırlarını. Hoş, muhtemelen çabalarından vazgeçtiler çünkü bir sınır bulamadılar. Peki filmimizdeki aileler burjuva mı? Burjuva, doğrudan iktisadi ve diğer yönden büyük ölçüde de kültürel bir niteleme… Toplumumuz netameli burjuva adlandırması yerine zengini, varlıklıyı yer yer de varsılı yeğliyor. Ve iktisadi açıdan en belirgin değerlendirmeyi belki sermayedar olarak görüyoruz. Mesela her sermayedar burjuva mıdır? Su götürür? Ama nereden baktığınıza göre değişiyor “zenginlik” dediğimiz şey. Açlık sınırında yaşayan ücretli köle için evi, arabası olan zengindir. Burjuva ise hep aynıdır. Onun için de herkes için de burjuva yine ve her zaman Koç’tur! Zaten burjuvanın en kayda değer işlevi proletarya gibi dünya servetinde bir kutbu tarif edebilmesi… Hani Baudelaire demiş ya “şeytanın en büyük avantajı insanları olmadığına inandırmasıdır” diye. Burjuvanın en önemli avantajı da insanları varlığına inandırmasıdır! “Kağıttan kaplan” yakıştırması ve üretimden gelen güç kullanımı da buradan şekillenmiştir diyebiliriz. Tam bu noktada ara katmanlar devreye giriyor. Bana kalırsa çoğunlukla orta sınıf biçiminde tanımlanan tüm bu ara katmanlar karşılıksız çeke benziyor ve orta sınıf namlı zıkkım, yoksullar yoksulluğunu anlamasın diye zenginler tarafından uydurulmuş geçersiz bir öbek! Nereye çeksen oraya gidiyor bu ara katmanlar ve demin söz ettiğim “zengin kimdir” karmaşasına yol açıyorlar. Bu karmaşayı Leyla Yılmaz’ın yönettiği Bir Avuç Deniz’de yaşamıyorduk. Oradaki karakterler keskindi. Lüks spor arabaları, köşkleri, tekneleri falan vardı. Tüm göstergeler burjuvaziye dairdi. Filmimizde ise Korhan’ın tedirginliğine şahit oluyoruz. Aşırı para harcanmasından rahatsız. Bu, zengini zengin yapan türden bir cimrilik değil; hani öyle olsa biliriz, halden anlarız! Korhan RSN’nin en peşin satanı olmasına karşın hâlâ üç kuruşun derdinde; demek ki bu çiftler de yerini yurdunu tam belirleyememişler, orta üst sınıf söyleminin süper muallak konutlarında ikamet ediyorlar! Bu “üç kuruş avcılığı”nı orta üst sınıf gözlem dosyasına iliştirelim. Yüce’nin incelikli gözlemlerine değineceğiz, üst yapıda az daha eylenelim.
Yüce filmlerinde öyküye hizmet eden “hizmetçi” ve baş karakterlerin olgunlaşma-içselleştirme problemi
Hizmetçi meselesine eğildiğimizde yönetmenin ikinci maymuncuğu ile karşılaşıyoruz. Yüce anlatısında sınıfları boyamak için bir ajan kullanıyor. Bu ajan hizmetçi.. Çoğunluk’ta da hizmetçi vardı, psikolojik zulüm görüyordu. RSN’nin hizmetçisi (Ayşe Tunaboylu) de azarlanıyor fakat kaşla göz arasında kulağımıza bir şeyler fısıldıyor. “Hayır” diyor “bunlar has burjuva değil”. “Neden” diye soruyoruz hizmetçiye, diyor ki bize “has burjuvanın hizmetçisi sahiplidir ve o sahibini her koşulda savunur”. Bu hizmetçinin çizdiği profil haksız sayılmaz. Yeşilçam burjuvazi betiminde hizmetçiler daima sevimlidir ve tamamen teslim olmuş bir çizgide aktarılır. Bu betimin politik bağlamda daha olgununu 12 Eylül sonrası sinemamızda patronuna körü körüne bağlı hizmetçide görürüz. 60’larda ev sahibinin haşarı çocuğuyla köşe kapmaca oynayan hizmetçi (aşçı, dadı, uşak) darbe sonrası sinemamızda sahibinin çilesine ortak olan sırdaş portresine evrilmiştir. RSN’nin hizmetçisiyse çatışmayı örten değil tetikleyen bir roldedir ve filmin sonunda üzerine vazife olmadığı halde şahitliğini bildirir hanımına. Ve yavaştan filmin mesajlarına geçebiliriz. İlk elden ailelerin ayrıştığını fark ediyoruz. Yüce bunu başarıyla yapmış. Üç buçuk baş kahraman kullanmış filminde. Korhan-Handan çiftini baştan sona işlerken diğer çiftin temsilini daha baskın bir kişiliğe sahip olan Şermin’e vermiş. Aykut silik kompozisyonuyla entelektüel ve gururlu çifti tamamlamış. Neden öyle dedim? Korhan-Handan çifti tam manasıyla zengin fakat bir o kadar gurursuz bir çift! Yeşilçam’ın şematik kötülerini andırıyorlar. Şermin ve Aykut ise aksine iyi’ler. Kimseye zararları yok, geri plandalar ve bunu sindiriyorlar. Geri planda kalışlarında kültürel iktidarlarının payı yadsınamaz. Hani şu AKP’nin hep almak isteyip de alamadığı kültürel iktidar var ya! Şermin-Aykut çifti bağırmadan da derdini anlatabiliyor, karşı tarafa dert olabiliyor. Yükte hafif pahada ağırlar. Yüce anlatının merkezine Korhan-Handan çiftini koyarak bir mesaj veriyor aslında. Bu çift hiçbir anlamda pişmemiş. Bu çift Çoğunluk’taki Mertkan’ın izdüşümü… Boş teneke ses çıkarır misali; gözümüze batıyorlar ama iyi taraflarından ziyade kusurlarıyla… Orta-üst sınıfın teşhiri bu çift üzerinden gerçekleşiyor. Aslında politik bir tercih bu… Vurun abalıya durumu! Kültürel açıdan zayıf, bulunduğu konumu özümseyememiş, başka bir açıdan ise yozlaşmış bir çiftin okka altına gitmesi şaşırtmıyor. Yönetmen bu teşhiri entelektüel çift vasıtasıyla derinleştirmiyor ve ilginç bir yönelim sergileyerek (ileri giderek) onları mağdur düzlemine taşıyor. İkinci mesaj şu: Orta-üst sınıf yalnız ahlaksız değil aynı zamanda yozlaşmış ve çürümüştür de. Çürüktür çünkü işlemez. Yüce’nin Korhan Handan tercihi daha net kavranıyor. Şermin-Aykut ikilisi masalın kırmızı başlıklı kızı ve büyükannesi! Korhan-Handan ise işlemeyip pas tutan bir demir plaka adeta. Korhan işe gitse de üretim sürecine dahil değil hatta yönetim sürecine bile dahil olduğu söylenemez. Handan ise maymun iştahlı, “zengin bir kociş” bulmuş kendine, şimdi de vaktini hoş geçirmek maksadıyla kafe açmanın hesabında… Hazıra o kadar alışmış ki kiralık dükkanlara dahi eşinin bakmasını istiyor. Korhan-Handan’ın hayatı inanılmaz sıkıcı… Cinsel hayatları yok, hiçbir şey paylaşmıyorlar, aynı evin içinde iki yabancı gibiler…
Ayşecik’ten Aleyna’ya burjuva çocukların talihsiz(!) serüveni
Çiftin kızları Aleyna (Duru Lal Pekel) da bu yabancılığı pekiştiriyor. Nereden nereye! Yeşilçam’ın Ayşecikleri burjuva ailelerinin dirlik düzeni için insanüstü emek sarf eder, bazen anneyi bazen babayı eve getirmenin yolunu arardı. Aleyna deseniz evdeki üçüncü yabancı, hatta yaşayan ölü! Bir sahnede tablet bilgisayarlarına gömülmüş anne-babasını cep telefonuyla kaydediyor. Çürümenin sac ayağı oluyor. Şermin’e göre o daha on yaşında! Lakin Ayşecik de on yaşındayken sokaklara düşüp yaşam savaşı veriyordu; üstüne ailesini barıştırıyor, tek başına mutlu son getiriyordu. Aleyna kızımıza maşallah! Bir elinde piyano tuşları ötekinde ayna, umurunda mı dünya! Şüphesiz Ayşecik ile Aleyna’yı dönemlerinden bağımsız okuyamayız. Ayşecik’in 60’ları yerli burjuvazinin kök saldığı yılları karşılamaktadır. Burjuvazi hırslıdır, gözü aç, bileği kuvvetlidir. Patronların işçilerle birlikte tezgah başında çalıştığı filmler izleriz. İşçiyi küstürmeden sömürmek esastır. Günümüzdeyse burjuvazinin gözü doymamıştır fakat yasal zırhından ötürü savunma şevkini, sınıfsal reflekslerini bir ölçüde yitirmiştir. 12 Eylül sonrası zaten hizmetinde bulunan devlet kişi ve kurumlarını tamamen güdümüne alarak yeni dokunulmazlıklar kazanmıştır. Ki bu hal onları ister istemez rehavete sürüklemiştir. Yılmaz Güney‘in Arkadaş filmine yine geleceğim ama önce basit bir ayrım yapayım. Arkadaş’ın burjuvazisi epey ahlaksızdır, manen yozlaşmıştır fakat madden çürümemiştir. Kaidesini korumak zorundadır çünkü fabrikalarda toplumsal mücadele neticesinde bilinçlenen işçilerin grevleri almış yürümüş, kora kor bir savaş başlamıştır. Bu sınıf gardını indiremez oysa RSN’deki orta-üst sınıf ihtiyatı elden bırakmıştır. Korhan’ın müsriflik karşıtı birkaç itirazı dışında herkes sınıfının sonsuz bir güvence sağladığına inanmaktadır. Handan’ın iş kurma sevdası da bu rahatlıktan ötürüdür. Tekrar 60’lar temsiline dönersek havai davranış ve tutumları ayıplayan burjuvalar boşa geçirecek bir anlarının bile olmadığını savunurlar. Üçüncü mesajın yine kültürel iktidar doğrultusunda verildiğini belirleyebiliriz. Kadın figürünün işlenişi her iki ailede farklı… Şermin güçlüdür ve yazar karakterin filmdeki en güçlü kişi olması anlatının ideolojisine de uygundur. Handan ise her şeye heveslenir, kıskançtır, dedikoducudur, tüm kötülükleri toplamıştır. Filmin zayıf bir yanı olarak Korhan-Handan çiftine fazla oynamasını sayabiliriz. Bu çift her iki taraftan da uçlaştırılmış, kendilerine alternatif bir yaşam olanağı sunulmamıştır. Diyalektiğe aykırı bir durum söz konusudur. Öte yandan RSN Aleyna ve Poyraz (Taha Yusuf Tan)’ın öyküsüyle alt metnini güçlendirmiştir. Korhan-Handan çiftinin çocukların dostane ilişkisine müdahalesi filmde güçlü ve kötücül olan kesimin bilincine dair ipucu taşımaktadır. Bu çift suçluluk psikolojisi içindedir ve gerginlikten faydalanarak vicdan azabından sıyrılmayı arzu etmektedir. Korhan tuvalette Şermin’i sıkıştırır. Handan bundan haberdar değildir zira kıskançlığından burnunun ucunu göremez haldedir. O da Şermin’in kitabından kopya çekmektedir. Aleyna ile Poyraz ise büyümüş de küçülmüşlerdir. Aileleri onlara bir misyon yüklemiştir. Bu olumsuz imaja bir kez daha Korhan-Handan çiftinde rastlarız. Aleyna şımarık ve utangaç bir çocuktur. Ebeveynlerin komplekslerine kapılmıştır. Annesini taklit etmektedir. Diyet yapmaktadır. Piyano kursu almakta, meşgale aramaktadır. Proje çocuk pratiğine örnek verilebilir fakat üzerine titrenen bir çocuk denemez.
Çürümenin hal-i pürmelali: Kibir, haset, öykünme ve filme alınmayacak birçok şey
Tekrar Arkadaş filmini analım. Vurucu bir sahnesinde Azem eski arkadaşı Cemil‘i kınıyordu. Sahnede Cemil dost meclisinde “karısı güzel olanların karımı öpmesinde bir sakınca yok” diyordu. Bu ödeşme önerisi RSN’de çocukları da denkleme sokan bir biçimde gündeme gelmiştir diyebiliriz. Korhan Şermin’i öpmek istemiş, Şermin’in oğlu Poyraz da Korhan’ın kızı Aleyna’yı öpmüştür. Korhan-Handan çifti pişkin bir tutum takınarak ufacık bir çocuğun masum öpücüğünü kendi dünyalarındaki sınırlara yorup, tıkanan ilişkilerini açmaya koyulmuştur. Poyraz’ın Aleyna’yı öpmesi öncelikle Korhan’ın işine gelmiştir. Böylece Şermin’den uzaklaşmaya bahane yaratmıştır. Bu fırtınada meseleyi aklıselim karşılayan tek kişi Şermin’dir ki daha evvel belirttiğim üzere Şermin yönetmenin temiz tuttuğu aydın karakterdir ve bozulmuşluğu karşılamaz. Çatışmanın olumlu tarafındadır, üretkendir Şermin, yeni kitabını yazmakta, zamanını kıymetli harcamaktadır. Bu yönüyle ayrıştığı çevresi onu alabildiğine kıskanır. Yalnız Handan değil bir diğer ortak dostları Nilüfer (Sezin Bozacı) de kibirli bulur Şermin’i. Fakat asıl sıkıntı Şermin’in cesur hareket edip bir değer yaratması, amiyane tabirle kendi ayakları üzerinde durmasıdır. Yüce’nin filminde kıskançlığın öne çıktığını görüyoruz. Yıkıcı bir tutku kisvesinde kıskanmak… Zeki Demirkubuz, filmografisinde en aykırı eseri, Nahid Sırrı Örik‘in Kıskanmak adlı romanından uyarlamış (2009), aynı adı taşıyan filminde 30’lı yıllar Cumhuriyetine, Zonguldak’a uzanmıştı. O filmde de “ileri gelenler” sırtlıyordu öyküyü ve temeldeki aile burjuvaziye değilse bile orta-üst sınıfa konumlanırken iki kardeş arasında gelişen kıskançlık duygusu özellikle kız kardeşin saplantılı tavrı yıkıcı bir sonuca ilerliyordu. Kıskançlığın orta-üst sınıfa dair anlatılarda başat öğe olması, sınıfın karakteristik sönüklüğüyle açıklanabilir. Bu sınıf genel itibariyle sönüktür. 30’lar orta-üst sınıfıyla günümüzdekini elbet bir tutamayız. Zira 30’lar orta-üst sınıfı zamanla burjuvaziye doğru kayarak iktidarını sağlama almıştır, dolayısıyla kurucu bir vasıf da taşımaktadır fakat günümüz orta-üst sınıfı taşıma suyla dönen değirmene benzemektedir. Buna karşın kendilerini kıskançlıkla ifade edişleri, attıkları o çığlık son derece dikkat çekicidir. Hazır yiyici bir düzlemde var olmaları, kimliklerini öykünme yoluyla bulmaya yöneltmiştir onları. Kıskançlık rolünün yalnız Handan’a biçilmediğini hatırlatalım. Korhan da kıskanç bir karakter… Karısını kıskanıyormuşçasına poz keserek bir sahnede kızının piyano öğretmenini hedef alıyor fakat özünde o da Aykut’u kıskanıyor. Aykut’u belli ki ilkel bir saikle kıskanıyor. “Şermin gibi bir kadının sahibi” görüyor Aykut’u… Korhan modern gözüküyor fakat insan ilişkilerine yaklaşımı sahiplenme, edinme gibi ilkel güdülerden motivasyon buluyor. Aykut’un daha zor şartlarda geçinmesine karşın “daha az bıktıran” bir kadına (Şermin’e) sahip olması öfkelendiriyor Korhan’ı. İçten içe “benim neyim eksik” düşüncesinde… Doğrusu bu durumu cinsel gerilimin bir çıktısı kabul edebiliriz. Eril bir çıktı… “Ellere şapır şupur bize yarabbi şükür” bayalığında…
Yüce’nin gözlem gücü, filmin muhasebesi
RSN yönetmenin gözlem yeteneğini sergiliyor. Yüce de bir Umut Sarıkaya gibi malzemesini gözlemlerinden süzerek devşirmiş. Gözlem ne kadar matahtır ayrı bir konu… Analizden yoksun gözlem bir eseri baştan sona çekip çevirebilir mi? Tartışılır. Bu bakımdan RSN’nin de yargısız hatta savsız bir film olduğunu, analizden mümkün mertebe kaçındığını saptayabiliriz. Evet, finaliyle bir şeyler işaret ediyor. Durağan diliyle konu aldığı sınıfın ataletini yansıtıyor, en azından fikir veriyor; ama bütünü değerlendirdiğimizde kopuk ve isteksiz bir örgüyle karşılaşıyoruz. Kahramanlarımız “bir yere gitmiyor” hatta “bu kadar para insana dert yahu” dedirttiriyor. Burada da yönetmenin içerik tercihini masaya yatırabiliriz. Burjuvaziyi usta yönetmen Luis Bunuel de anlattı fakat sınıfa çatarak, meydan okuyarak. El, Arşibaldo de la Cruz’un Suçlu Yaşamı, Tristan gibi dingin eleştirel filmler de çekti, Burjuvazinin Gizemli Çekiciliği, Özgürlük Hayaleti gibi saldırgan filmler de. Ancak nasıl çekerse çeksin hükmünü bildirmekten imtina etmedi. Seren Yüce’nin bu anlamda çekingen ve hantal kaldığını söyleyebiliriz. Yüce taraf tutmuyor, örneğin “geminiz batacak” demiyor fakat orta-üst sınıftan ilişkiler işleyip yorumu tamamen seyirciye bırakmak risk taşıyor. Bunuel’in burjuvasında gizemli bir çekicilik var, iyi kötü bir yolda yürüyor burjuvalar; Yüce’nin burjuvası ise arabasız bir yere gidemiyor, çok çok nefes almak adına Cadde’ye yemeğe çıkıyor. Gizemsiz ve geçimsiz bir pespayelik sinmiş hayatlarına… Gelgelelim bu koşullar öyküyü kısıtlarken oyunculuğu yükseltmiş. Filmdeki yarı belgesel havası rollerin inandırıcılığına da katkı sunuyor. Bilhassa Tolga Tekin ve Songül Öden ayakta boş boş dikilmekten tutun kendilerini dalgın halde bir koltuğa bırakmaya değin karakterlerini ete kemiğe bürüyorlar. Tülay Günal oyunsuz bir oyunculuk sergiliyor; rolü içselleştirmiş; fazla süsleyip kendinden menkul etkisini kırmıyor. Aleyna’yı canlandıran Duru Lal Peker de kuşağının sıkılganlığını başarıyla aktarmış. Görüntüler için de olumlu konuşabiliriz. RSN iç mekânlarda yakın plan çekimler üzerinden akıyor ve bu seçim karakterlerin donukluğunu daha da kışkırtıyor. Kafede, meyhanede, caz barda geçen sahnelerdeyse çiftler yahut Handan ile Şermin çevrelerinden başarıyla izole ediliyorlar. Çiftlerin toplumla kurdukları ilişkinin kamusal planlarda dahi detaylanmayışı ve iç çekişmenin yüzlere hâkim kılınışı filmi giderek bir cemiyet tahliline dönüştürüyor. Filmin en değerli yanı ise Seren Yüce’nin henüz ikinci denemesinde bir standarda eriştiğini görmemiz. Sık film çekmeyen yönetmen beklentileri artırıyor. Yazıyı Şermin’in Handan’a uyarısıyla bitirelim. Nilüfer çiçeği suda yetişir, rüzgârda salınmaz. Onun kendine yakıştırıp söyleyemediğini de biz söyleyelim: Alışmadık g.tte don durmaz!
Haydar Ali Albayrak