WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

Bir Başkadır Meryem’in Gündelikçi Düşleri

İlkokuldan Mustafa’ya ve annesine… 

Önemli not: Bu yazının yazarı konu edilen diziye dair fikirlerini dilediği zaman değiştirme ve kamuoyuyla paylaşma hakkını saklı tutar. 

Gelin gönül rahatlığıyla söyleyelim: Netflix kedi olalı bir yerli yapım tuttu! Şu sıralar Berkun Oya‘nın Bir Başkadır‘ı hakkında çölde vaha olduğuna dair övgüler duyabilirsiniz. Zira öykü fakiri dizilerin ardından ilaç gibi geldi Bir Başkadır ve seyirciyi diğerleri gibi bölüm sonunu bölüm başına bağlayan kof algoritmalarla sürüklemektense bilincimizde bir yerlere dokunarak farklı bir deneyim sundu.

 Berkun Oya estetiği

Diziye birkaç yönden değinmek istiyorum. Kısacası “başka” olan şeyleri kurcalayağım fakat evvelinde Berkun Oya’dan söz açmak daha uygun… Oya, Ali Atay ile Krek Tiyatroyu kurmuş eski bin yıl kapanırken, Mimar Sinan çıkışlılar… Atay’ı son dönemde daha yakından tanıdık fakat Oya’nın da başarılı ve etkin bir geçmişi var. Tiyatro faaliyetleri zamanla film yapımcılığını (2006) ve yayıncılığa (2008) uzanıyor. Krek oyunlar sahneliyor, Oya yazıp yönetiyor oyunların çoğunu. İyi Seneler Londra (2007)’yı çekiyor. Kadrosu parlak, oyuncu iletişimi güçlü bir film. Bir Başkadır özelindeyse Oya’nın özgün bir sanatçı olduğunu açıkça kavrıyoruz. Estetiğini, dilini belli bir düzeye taşımış Oya. Elbette yer yer bazı sinemacılarımızı andırıyor görüntüleri, göndermeleriyle, eşelediği malzemeyle fakat bunları kendine has ele alıyor, görülmüşü yeniden göstermiyor, yeniden görüyor. Sahneyi ikiye bölüp iki ayrı perdede iki ayrı seyirci kitlesine oynanan Dünyada Karşılaşmış Gibi olgun bir üslubu haber veriyordu. Üslup olgundu çünkü olayları yorumlayış ve aktarışı alıcıyı cezbedecek kimi yenililikler barındırıyordu. Anlatının mekansal ve zamansal ayrımı “anlatılan senin hikayendir”in altını çiziyor ve biz seyirci olarak her iki tarafta hissettiklerimizi birleştirip kendi sonucumuza varıyor yahut kendi başımıza dönüyorduk. Maharet ve cesaret isterdi Oya’nın tercihi… Oya bu hasletlerini Bir Başkadır’a taşırken bir kez daha meydan okumuş, elini görüyoruz! İki anlatı arasındaki benzerliklere değinmeden evvel dizinin öyküsünü geçerek sıvayayım kolları.

Bir gündelikçi, bir bar fedaisi, bir imam, bir de “rezidans adam” bir gün bir başkayken…

Gündelikçi Meryem’in bir rezidans dairesinde bayılmasıyla açılan anlatı bir sene öncesine uzanıp karakterleri ve öykülerini tüm incelikleriyle serimlemeye koyuluyor. Meryem (Öykü Karayel) bir barda koruma olarak çalışan abisi (YasinFatih Artman), bir süredir suskunluğa gömülmüş yengesi Ruhiye (Funda Eryiğit) ve iki yiğeniyle birlikte İstanbul’un taşrasında (Beykoz’a bağlı bir kırsal yerleşimde) yaşamaktadır. Evlilik heyecanı duyduğu anlarda bayılan Meryem sıkıntısının nörolojik olmadığını öğrenince ruh hekimi Peri (Defne Kayalar)’ye yönlendirilir. Böylece Peri ikinci hikayenin kapısını açar. Bir devlet hastanesinde çalışmasına rağmen “aileden Beyaz Türk” Peri türbanlılara karşı içten içe bir öfke, kuşkusuz buna bağlı bir merak ve barışma arzusu duymaktadır. Peri’nin terapi aldığı hekim arkadaşı Gülbin (Tülin Özen) ise üçüncü hikayenin/ailenin temsiline katkı sunar. Gülbin Kürttür, muhafazakar ailesini özellikle bağnaz ve saldırgan ablasını (GülanDerya Karadaş) karşısına alıp kendi hayatını, özgürlüğünü seçmiştir. Maddi anlamda eli güçlü bir aileden gelmektedir Gülbin, kendi ayakları üzerinde duracak şartlara da sahiptir fakat onun da annesinin hamileyken gördüğü devlet şiddetinden ötürü sakat doğan bir erkek kardeşi ve sevgi arayışı vardır. Kardeş (Öner Erkan) 35 yaşındadır, tekerlekli sandalyeye mahkumdur, kendini ifade edemez. Ailedeki gerilim gencin durumunun Gülbin’in verdiği ilaçlar yüzünden ağırlaştığı sanısıyla yükselmiştir. Öykünün dördüncü ailesi ile baş karakter (toparlayıcı karakter) Meryem’in köyündeki imam (Ali Sadi HocaSettar Tanrıöğen) üzerinden tanışırız. İmam, Meryem ve kardeşi Yasin’in eylemlerine icazet veren, dinine bağlı bir ailenin danışmanı olarak dikkat çekerken kızı Hayrunnisa (Bige Önal) çatışmanın bir diğer boyutuna, özgürlük ve başkalaşma çabasına işaret etmektedir. Kısa tanıtımı daha doğrusu bir çerçeve çizme uğraşımı ıssız-rezidans adamımız Sinan (Alican Yücesoy) ve fuckbuddysi Melisa (Nesrin Cavadzade) ile noktalayabiliriz. Sinan hem Meryem’in işvereni hem Gülbin’in arkadaşıdır. Meryem Sinan’a platonik duygular beslerken Gülbin de sıkıntılarını boşaltacak bir dinleyici ve cinsel tatmin aramaktadır. Melisa totale (kendi ifadesiyle gecekondulara falan) iş yapan bir dizide başrol oynuyordur. Yoga seanslarından Peri ile tanışmıştır. Peri daha sonra Melisa’nın da Sinan’ın evine girip çıkan kadınlardan biri olduğunu öğrenir. Üstelik öğrendiği kişi türban takıntısından ötürü görüşmeyi sonlandırmayı düşündüğü Meryem’dir.

Total ve sarmal

Türban ile ailelerin karşılaşmasına eğilmek gerekiyor. Oya yakın tarihimize bakarken türbanı ve ailelerin kültürde tuttuğu yeri, kurduğu ilişkileri bir işaretleyici namına kullanarak hepimizin bildiği, bazen girebildiğimiz bazen önünden geçerken bile çekindiğimiz kapılar aralamış. Her iki tarafa da mavi boncuk dağıtmadan yapmış bunu. Bu yönü değerli ve tartışılmaya değer. Ancak Bir Başkadır’ı başka kılan önemli bir unsur da toplumun ana arterlerine girip numuneler toplayarak tamamen duygusal (tamamen sınıfsal) biçiminde duyduğumuz “maddi imkanların çekip çevirdiği dünya” gerçeğini ajitasyona başvurmadan aktarması. Oya bunu yaparken bazen imgeleri simge boyutuna taşıyor bazen de simgelerini dolaşıma sokarak alınan reaksiyonları seyirciyle paylaşıyor. Söz gelimi kavrulan kıyma meselesi… Meryem’in ailesi de kıyma kavuruyor, sınıf atlamış Sinan’ın artık geride bıraktığı annesi de… Kıymanın Meryem’in evindeki karşılığı yoksulluğu ve “idare etme” eğilimini imlerken aynı kıyma Meryem’in özendiği dünyanın sembolü olarak nitelendirebileceğimiz Sinan’a teklif edildiğinde tepkinin, yadsınan, dahası yüz çevrilen bir hayatın kaynağı oluyor. Bir diğer anlatı kolaylaştırıcı ise dizideki total vurgusu… Bir Başkadır bizzat varlığıyla total mevzusuna, televizyona dair birkaç şey söylüyor. Bir online platforma yapılmış Oya’nın dizisi ve belli bir kitleye hitap etmek üzere hazırlanmış. Sofraya gelmeden önce uzanıldı mı ele vurduran bir börek değil de masa masa gezen bir tepside kanepe sanki! Niş bir kitle deyin, butik bir anlayış deyin… Televizyondaki AB-Total ayrımının da ötesinde yeni ayrımları gündeme alan bir sınıflandırma söz konusu. Oysa total, toplumun ortak değeri… Total o çok tartışılan sosyolojinin kendisidir. Total ucuz zevktir, total itiraftır. Total sarmalın cismidir! Sarmaldan kastım çeşitli kesimlerin bir ucundan diğerine dokunması… Transferi, sağlıklı bir iletişimi (alışverişi) reddederek hatları henüz başta çizen fakat çizginin kıvrılıp da çemberin ortaya çıkmasına mani olamayan bir temas zincirinden bahsedebiliriz. Meryem’in rezidanslarda geçen gündelikçi yaşamını devlet hastanesinde çalışıp yalıda oturan, bu haliyle bile çelişik Peri tamamlamaktadır ve her ikisinin rüyası da ilginç bir biçimde ilgi, sevgi görmektir. Öte yandan Peri de Meryem de bir süpervizöre ihtiyaç duyarlar. Peri Gülbin’e, Meryem yoksul mahallesinin imamı Ali Sadi’ye görünür. Süpervizörlerine teslim olmadıkları noktalardaysa Bir Başkadır kendi yolunu çizer. Meryem doktora gittiğini imamdan ve abisinden saklar. Aynı zamanda ablası da başörtülü olan Gülbin Peri’nin türbanlılara duyduğu öfke karşısında hislerini bastırır. Sarmal böylece ulaşma ve yok sayma ile dönedurur. Melisa’nın total dizisiyse kimlik uyuşmazlığını etkisiz kılmanın aracıdır. Diziyi herkes izler! Meryem hayranıdır, Peri’nin hastaları hayrandır, Sinan diziye sahnelerini izlediği Melisa’yı arzulayacak kadar kendini kaptırır hatta Bir Başkadır’ın baş elitisti, yalıda oturan anne bile beğenir oyunculuğunu. Öte yandan totalin eli kolu uzundur ve Melisa’ya yalnız reyting bağlamında değil o sarmal vasıtasıyla da ulaşır. Meryem’in Sinan’a yaptığı portakallı keki her ziyaretinde Melisa yemektedir. Meryem bir üst sınıfa dolaylı erişirken doğrudan çabaları sonuçsuz kalabilmektedir, içinden gelerek açtığı bir tepsi böreği geri çevirir Peri, üstelik profesyonellikle bağdaştırmadığı için. İlginçtir aynı Peri arkadaşına terapiye gitmekte sakınca görmez. Arkadaşının problemlerine tanık olur fakat yine de konuşmaktan yanadır. Peri’nin terapiden kopmak istemeyişi yahut yoga seansı esnasında tanıştığı Melisa ile onu henüz tanımadan bir şeyler içmesi diğer yandan Meryem’in utangaçlığını ve toplumsal uçurumu aşıp Peri’yi dert ortağı bilmesi tek bir şeyi, diyalog açlığını ortaya koymaktadır. Bu sarmal biraz da bu yüzden sarmaldır ve totalin yargılarına, genel geçer doğrulara, “bu ülkenin yüzde bilmem kaçı…” ile başlayan dayatmalara mahkumdur.

Bir kulaklık, bir jeep; üç örtü, üç bone…  Peki gerçek İslam ne?

Bir Başkadır’da öyküyü bağlayıp karakterleri ve ailelerini ayrıştıran bir öğe olarak baş örtüsünü sayabiliriz. Üç başörtüsü üç ayrı çizgiyi temsil ediyor. İmam Ali Sadi’nin kızı türbanını çıkararak Hayrunnisa’dan Nisa olma sürecine ilerlerken Gülbin’in ablası Gülan mağduriyetten mağdur edene kayan, jeepli ve Başakşehirli siyasal islamı, uçsuz bucaksız Anadolu muhafazakarlığını simgeliyor. Bu iki türbanlının safları açık çizilmiş ancak muallak bir türbanlı daha var ki o da zaten anlatının baş kahramanı Meryem… Oysa Meryem toplumsal dönüşümün en belirgin yüzü… Laik cephe tarafından pek anlaşılmayan tabanın temsili… Geniş yığınların neden “gerçeği” göremediklerinin ve belki neden hâlâ AKP’ye oy verdiklerinin izahatı… O anlaşılmıyor ama onun anlaşılmadığını hemencecik anlıyoruz! Oya ötekileştirme argümanını kaba hatlarıyla öne sürüp bana kalırsa asıl kozunu yine sınıfsal tercihlerden yana oynuyor. Geniş yığınları dışarıdan (öteki kutuptan) gördüğü baskı ile betimlemek işin kolayı, Oya kolayın peşisıra zoru da kovalıyor ve meselenin iç yüzünü gösteriyor. Meryem’in özgürlüğüne engel olan şey yahut türbanı taktıran şey Ali Sadi Hocanın baskısı değil, olaylara tamamen dini duygu ve açıklamalarla yaklaşması… Ali Sadi Hoca inancı doğrultusunda konuşuyor ve aslında hekimlerin yaptığı işten farklısını yapmıyor. Hoca dini referans alıyor; öte dünyayı, günah-sevap ikilemini… Hekimler ise kendi terimleriyle yaklaşıyorlar hastalara. Dahası hocanın tutumu için daha insancıl bile diyebiliriz! Tıp terapide de açıktan ifade etmese dahi “hasta” kabulüyle yaklaşıyor insana. Dindeyse “kafası karışmış kul” biçiminde tanımlanıyor dara düşen, aman dilenen her kimse. Meryem’i ele alalım. Bir fanatik değil fakat yengesi namaz kılarken kıbleyi şaşırdığı için dehşete kapılabiliyor. İşte bu durum “beyni yıkanmış” basitliğiyle değerlendirilemez. Meryem kendi değerlerine sarılıyor. Üstelik gündelik yaşantısını gayet sıcakkanlı ve hazırcevap bir mizaçla sürdürürken dini hükümlere (inancın tabiatı gereği) dogmatik yaklaşıyor. Bu tutumuyla toplumda bir kesime denk düşüyor Meryem… Din işleriyle gündelik yaşam ayrışıyor fakat nedir ki abisi Yasin’in huzur arayışı ve yengesinin ruhsal çalkantıları dinin aile yönetiminde baskın bir rol oynamasına neden oluyor. Burada ise bir ekonomik gerilemeden söz açabiliriz. Yasin askerliğini komando olarak yapmış, yakın geçmişte babasını yitirmiş, işlerini batırmış bir marangoz eskisi. İflas ona “maneviyata sarılma” imkanı tanımış, diğer bir deyişle sığınacak alan açmış. Üstelik bu durum kültürel çatışmayla birlikte gelmiş. Artık bir barda çalışıyor Yasin, bir zamanlar kendi aleminde bir mobilyacının düşmek isteyeceği son yer herhalde! Bir hasır sandalyeye oturup tespih sallamak, çay içmek ister çoğu zanaatkârımız boş vakitlerinde.

Adem’in elmasından Jung’un çokomeline: İnşaat ya Resulallah! 

Dizinin Türkiye okumaları hiç şüphesiz tartışma konusu oldu ve ilginçtir toplum gibi diziyi izleyenler de ikiye bölündü. Bir kesim Oya’nın mağdur iktidar algısına hizmet ettiğini, elitizmin Kemalizmle, Yılmaz Özdil ve Halk TV şablonlarıyla örtüştürülemeyeceğini ileri sürerken bir kesim ise dizinin eli yüzü düzgün siyasal tespitlerde bulunduğunu söylüyor. Kendimi ikinci kesime daha yakın buluyorum doğrusu. Oya toplumdan birçok portre sergiliyor, onları izole etmeden, ailevi ilişkileriyle aktarıyor, en kalabalık şehrimizin en sakin ve en kalabalık mekanlarını çatıştırarak, Beykoz’un karşısına Mecidiyeköy’ü koyarak. “Neden taşradan çıkamıyorum” başlıklı yazımı “kendinizi Mecidiyeköy ışıklarda hayal edin” diye bitirmiştim. Oya öyküsüne tam da oradan başlamış! Bu tavrı cesaretini sergiliyor. Dönüşümü ifşa etmenin akılcı yolu göç hareketlerini, göçmen sorununu, yabancı işçi kümelerinin varlığını ilk görüşte tanıyabileceğimiz bir semte odaklanmak. Bu anlamda İstanbul’un birkaç merkezinden biridir Mecidiyeköy ve iş dünyası denince hatırlanır. Eminönü veya Kadıköy gibi merkezler de geliyor akla. Eminönü yoksul halkın uğrağı, Kadıköy biraz daha orta sınıfın belki ama Mecidiyeköy herkesin yolunu kesiştiriyor. Mecidiyeköy’e güneşin doğduğunu düşünmeyenlerdenim! Her daim gri, kasvetli… Her daim çalışma var. Her daim acele var… Bir Başkadır oranın dokusunu gayet ölçülü işliyor. Ne elinde kalacak kadar uğraşıyor ne çok uzaklardan bakıyor. Oralı ama “oralı” değil! Mesela 24 numaralı otobüs ve alt caddeden geçen minibüs sorunsalı anlatıda işlevsel kılınmış. Mecidiyeköy “ulaşım problemi” olan bir yer. Trafikten söz etmiyorum. Kimse yuva bellemiyor Mecidiyeköy’ü, günün sonunda evli evine köylü köyüne gidiyor! Orada’n geçerek… Fakat Oya dizide özü ifade eden ve pek yaratıcı sayılmayan, anlamını açık edildikçe kazanacak bir kompozisyon daha çiziyor. Altıncı bölümde cami minareleriyle vinçleri aynı karede görüyoruz. Dediğim gibi çok yaratıcı değil ama iş görüyor. Marmara İletişime gittiğim dönem okuldan Fulya’ya inen yokuşta inşaat vardı. Her yanımız inşaattı! Sonrasında yönetim kampüsü elden çıkardı, akıbetini bilmiyorum. O dönem hafriyat tozlarını yuta yuta şöyle bir proje düşünmüştüm: İstanbul’un yükseklerine çıkıp şehri fotoğraflamak… Derdim vinçleri saymaktı. Düzenli aralıklarla belirlediğim sekiz on tepeden şehrin siluetini arşivleyip vinç sayısını karşılaştıracaktım. Projemi hayata geçirmedim. Oya ise dizisinde sayım döküm işine girişmese dahi şehrin çekişmesini, kutuplaşmasını tek bir karede veriyor. “Bugün budur…” diyor Oya ancak dünden imtina etmiyor. Bölümlerin sonuna nostaljik öğeler serpiştiriyor. 80’lerden Ferdi Özbeğen konseri, Cahit Berkay‘ın harika parçası (Arkadaşım filminden) ve muhtemelen 70’lerden derlenmiş İstanbul görüntüleri… “Şehir buydu, bu oldu” demenin estetik yolunu izliyor. Dönüşümün diğer yüzünü tabandaki sapmalardan seziyoruz. Ali Sadi Hocanın yanında yetişen Hilmi (Gökhan Yıkılkan) edebince flört eden bir din adamı! Meryem’e yaklaşımı sosyal medyada sürekli alay konusu olan türden, “düşürmeye” yönelik. Edepli çelmeler takıyor Hilmi, press uyguluyor karşı cinse. Otobüse kadar bırakıyor örneğin ve bir anlamda geleneksel yöntemlere çağdaş yorumlar ekliyor. Jung’un görüşlerini açıyor Meryem’i etkilemek adına. Bunları ezberlemedim, kendim ölçüp biçtim demeye getiriyor. İşte bu çizgi genç imamların ancak küçük bir kısmına mal edilebilir yahut Hayrunnisa’lara mal edilebilir fakat hayal mahsulü değildir! Öte yandan İmam Hatiplerin Jung okuru kadar, en az o kadar ateist yetiştirdiğini biliyoruz. Yani biliyoruz dediysem, duyuyor ediyoruz! Lise zamanı dershanede felsefe dersine giren hocam imam hatip mezunu bir ateistti mesela ve bugün hepimizin sık zikrettiği bir yargıyı savunarak “İmam hatipler en sağlam ateistlerin yetiştiği yer” derdi. Elbette AKP kirli politikalarıyla imam hatiplerin ateist yetiştirme katsayısını yükseltti! Kaş yapayım derken göz çıkardı iktidar, İHL mezunlarının önünü tıkayan katsayı problemini çözüp tüm eğitim sistemini oraya kanalize etti, bir nesli heba etti. Bunu söyleyebiliriz. Yine Jung bilen imama “arak” demeyelim fakat Ahlat Ağacı (Nuri Bilge Ceylan, 2018)’nda entelektüel bir imam görmüştük ve orada da imamların kuşak çatışması bir yan öyküyü temellendiriyordu. Pantolonunu ilikleyemeyen imamın karşısına dini, kitabı okumakla yetinmeyip yorumlayan, tartışan imamlar konumlanıyordu. Hilmi de Meryem gibi bıcır bıcır bir zekaya sahip, çorapları delik ama aile gibi kutsal değerleri yabana atmıyor, ilkin çokomel hediye ettiği Meryem’e hayali olan yüzüğü de bir çokomel ambalajına sarıp veriyor. Utangaç ve naif bir çağrı onunkisi üstelik kadın-erkek ilişkilerindeki yasak sınırları hatırlatıyor Berkun Oya, Meryem iştahla ısırırken çokomeli. Bir bakıma Adem’in elmasından Jung’un çokomeline varıyoruz. Çağ bunu şart koşuyor, biz de çağa diş uyduruyoruz!

Zoom in-zoom out, tümdengelim-tümevarım, yargılar ve önyargılar

Bir Başkadır’ın dikkat çekici bir yönü de biçemindeki hoşluk. Bu hoşluk tüm tercihlerin kusursuzu aramasından ileri gelmiyor bilakis birbirine kenetlenebilecek parçaların dizilimi ile sağlanıyor başarı. Dizinin sosyolojik önermeleri en altta yargı-önyargı meselesini yapıtaşlarına ayırırken yeni Türkiye’nin harcına göz atıyor. Ön yargı biçiminde anılan düşüncelerin artık kemikleştiğini ve toplumun harcına düşmanlık olarak katıldığını gözlemliyoruz. Buradan elde ettiğimiz yargılardan tüme varıyor bazen de genellemelerden özele uzanıyoruz. Bir Başkadır bu sıçrayışları görüntülerine de yansıtıyor. Çekimlerdeki hareketlilik olay örgüsüyle uyum halinde… Zoom in ve zoom outlar şehrin dönüşümünü belgeliyor adeta. Camiler, vinçler, plazalar, sisli gökyüzü ve çarpık kent… Dingin kamera kullanımı ile elde edilen detaylarsa şehrin insanlar üzerindeki etkisini veriyor. Camdan bakışlar mesela… Cama yapışmış alınlar vs. Açılışın uzun yürüyüşlerle biraz yorduğuna değinip geçelim. Ayrıca soluk renkleri ve soğuk atmosferiyle Zeki Demirkubuz‘un ilk filmi C Blok‘u anımsattığını belirtebiliriz. 

Eksikler, olumsuz bakışlar… 

Bir Başkadır’ın eksik bulunabilecek veya benimsenmeyecek tarafları yok mu? Olmaz olur mu? Laik cephenin iki silahşoru Peri ve Sinan yüzeysel kalıyorlar mesela. Hadi Sinan’ı, bütün o ağlama zırlamalarını bir kenara bırakıp zaten yüzeysel bir adamdı diyerek geçelim, Peri’yi ne yapacağız? Ana çatışmada baş kahramanlardan Peri’nin başörtüsü düşmanlığından başörtüyü bağra basmaya dek uzanan duygulanımını pek çözemiyoruz. Bu gizem ruhsal açıdan bir travmaya bağlanırken siyasal bakımdan da karmaşa yaratıyor. Peri’nin itici ailesi yalısında oturmuş Halk TV izlerken CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi sosyal medya hesabından diziyle şakalaşabiliyor. Bir tarafta sıkıntı var ama! Asıl sorun daha evvel ifade ettiğim üzere dizinin, Kürt siyasal hareketinin talihini paylaşarak laik Türk seçmeni, işbirlikçi olmadığına bir türlü ikna edemeyişi! Halbuki dizide “türbanlılar mağdur ediliyor” şeklinde bir çıkış yok. Birçok türbanlıyı türbanından azade kılarak gösteriyor Oya ve ekibi, ezen ve ezilen hüviyetinde… Kaldı ki Gülbin’in, kardeşi Gülan’ı celladın tarafını tutmakla suçlaması siyasal iktidarın kayığına binilmediğini savlıyor. Tabi bunların dışında öyküyü yaralayabilecek karakter yüklemeleri de mevcut. Hayrunnisa mesela… Türbanını çıkarıp sevgilisiyle kaçıyor. “Otobüste özgürlüğe kaçış” teması eski fakat yorum da fazla yeni, fazla aşırı… Hayrunnisa bir erkekle binseydi otobüse “Yeşilçam işte” der geçerdik fakat bir kadınla (Esme Madra) biniyor. Yani bizim toplumumuz bir tabunun yıkılmasını zor kaldırıyor, “iki tabu birden” kampanyası yapılmış!

Oyunculuklara dair: Sinematografi insan yoksulluğudur! 

Ve dizinin yere göğe sığmayan oyunculuklarına gelelim. Öykü Karayel başta olmak üzere kadronun tamamı alkışı hak ediyor. Fakat tek tek değerlendirmekte fayda görüyorum. Meryem’i yaşayan ve yaşatan bir Karayel var, soyadıyla müsemma, esmiş de esmiş! Ruhumuza kar kış getirmiş! Diğer yandan umut… Arada bir gülümseyerek, abisi Yasin’e kafa tutarak, hekim Peri’ye “ayar vererek”. Zabitlerini atlatabiliyor Meryem fakat abi evinden bunalmış, çareyi evlenmekte arıyor. Yüzük seviyor örneğin, ilgi alaka istiyor. Peki neden kıyameti kopardı Meryem rolündeki performans? Neden bu denli beğenildi? Ben biraz da türbanın rol aldığını düşünüyorum. Bergman‘ın “sinematografi insan yüzüdür” aforizmasını karşılıyor Meryem. Karayel karşımıza ne salt kendi yüzü ne Meryem’in yüzüyle çıkıyor. O, yoksulluğun başkaldırısı sanki… Bir başka ve bir başkaldırıdır Meryem! İfadelerini öyle güçlü kullanıyor ki yüzü yetiyor derdini anlatmaya. Beden diliyse sinematografiyi tamamlıyor. Peri’nin karşısında yahut hocanın yanında boynunu eğiyor Meryem ancak abisine ve talibi Hilmi’ye alaycı yaklaşıyor, Sinan’a eriyip bitiyor. Var oluyor o bedende, bütün bir ruhuyla salınıyor. Ruh demişken Ruhiye’yi canlandıran Funda Eryiğit’ten devam edelim. Oynayana değil oynatana bakacaksın! Eryiğit bir diğer Netflix dizisi Hakan Muhafız‘da dökülürken Bir Başkadır’da döktürüyor. Yüzüne manasız güzellik katmış Eryiğit, baygın bakışlarını konuşturmuş, manasız suskunluklar ettirmiş ona ama bu cansızlığı kararında yoğurmuş. Oyunculuk, tezatı çizebildiği ölçüde dikkat çeken bir marifet. Eryiğit susarak bakıyor, boşluğa bakıyor ama hayata dönmekten de geri durmuyor. Oğluna sarılıyor, köyüne sarılıyor, sarsıntısına sarılıyor. Bige Önal bir diğer Hakan Muhafız kurbanı. Orada konu mankeniydi, Bir Başkadır’da bakışlarını konuşturanlardan o da… Bakışları sustuğunda ise kulaklığını takıp yabancı şarkılar eşliğinde oynama başlıyor. Bu dünyada, bu ailede Hayrunnisa ama bu kadere razı değil! Önal bu uyumsuzluğu doğru aktarmış. Settar Tanrıöğen ve Defne Kayalar üzerine düşeni yapmışlar. Tanrıöğen’in çehresi bir Türkiye kesiti zaten! Neyi oynasa hakkını verir! Ama o daha ziyade aileden ve kızından yana dertli rollerin adamı! Berkun Oya için en azından… Dünyada Karşılaşmış Gibi’de benzer bir rolde, bu kez başka bir toplumsal amiri, polis komiserini canlandırıyordu. Ilımlı Hoca’yı yaralarının kabuğu üzerinde gezinen tırnaklarıyla oynamış. Defne Kayalar da donuk bir suçluluk (kısmen aşağılık) duygusuyla geziniyor Peri rolünde. Anne babasına tepkili, işinden yılmış, yargılarından bezmiş ama hepsinin ötesinde dostsuz. Gülbin içten içe onun bir frijit olduğunu düşünse bile durum sanılandan vahim. Kayalar bu vahametin altından kalkıyor. Finale doğru ağlayarak arınmasını da yaşıyor ve o donu isabetli bir biçimde, doğal yollardan çözüyor: Si.erim mesleğini de glutenini de! Ne yalan! İnsan yoruluyor oyuncuları değerlendirirken! Hepsi de “hakkımda söz edilmesini hak ediyorum” mesajı vermiş. Tülin Özen hakeza. Kürtçesi ve kavga sahnelerindeki duygusu zayıf kalmış ama delip geçen derin ve manasız bakışlarıyla bu gediği onarabiliyor. Fatih Artman ile bitireceğim oyunculukları fakat önce Nesrin Cavadzade’ye birkaç satır ayırayım. Oyunculuğunu hiç beğenmem. Fettan yahut “karakterli” kadın rollerinde görüyoruz sık sık. Yüzünü doğru kullandığını düşünmüyorum. Yüzüyle savaşıyor sanki. Duru desen değil, bir renkten yoksun… Oysa Bir Başkadır’da sevdim; sıcak geldi bana büründüğü karakterin samimiyeti, ayırtına varılmamış ikiyüzlülüğü, nevrotik yalnızlığı… Belgesel tadında oynadığında cezbediyor Cavadzade. Fatih Artman ise Bir Başkadır’ın spot ışıklarını üzerinde gezdirenlerden; oyun yükünü sırtlamış, can alıcı tiratlar ona yazılmış. Tirat atmak zorunda çünkü eşi Ruhiye karşılık vermiyor! Artman’ın Yasin’i klişelere saplanmadan ilerliyor. Ona baktığımızda askerliğini komando olarak yapmış bir adam görmüyoruz. Askerliğini komando olarak yapmış fakat şu sıralar bar fedailiğiyle meşgul bir adam görüyoruz. Bunu şundan dolayı söylüyorum. Artman iş yeri sahneleri pek az çekilmesine karşın bir korumanın gerginliğini yansıtıyor. Artık Harun Komiseri aşmış, klasman atlamış Fatih Artman! Eşine yönelik “kafanın içine kışla kurmuşsun” sitemini ağdalı, bıçaklandıktan sonraki sakinliğini yersiz buldum ama oraları dahi iyi oynadı diyebiliriz.

Bağlarken ya da Bir Başkaydı Çarşamba! 

İlkokulu Fatih Çarşamba’da okudum. Draman, Karagümrük, Hırka-i Şerif, Edirnekapı… Gidin yürüyün sokaklarında, sağın kalesidir oralar. Karagümrük’te MHP güçlüdür, Edirnekapı’nın hemen her köşesinde İslami bir dernek bulursunuz. Draman… Cüppeli Ahmet Hoca diyeyim, siz anlayın. Evet, Ali Sadi Hocalar mumla aranır oralarda ve Çarşamba yeni nesil bir komünistin(!) besmele çekmeden dolaşabileceği bir yer değildir! Ama ben size buralardan değil de Camcı Yokuşundan söz edecek, sözü öyle bağlayacağım. Yazının başlığını “Meryem’in Gündelikçi düşleri” diye attım. Onun uzun uzun ketıla dalıp gündüz düşleri kurduğunu bildik ancak daha çok gündelikçi gerçeklerini izledik. Oya’ya ve ekibine teşekkür ediyoruz, bize Meryem’i tanıttığı için. Ya düşlerini hiç bilmediklerimiz? Bir Mustafa vardı bizim sınıfta, öğretmenimiz ha bire döverdi. Kim sıçtı Mustafa sıçtı! Bize de vururdu bazen, hak geçmesin! Ama Mustafa şamar oğlanıydı! Mustafa Camcı Yokuşuna çıkan bir ara sokakta otururdu, annesi çarşaf giyerdi. Bizim hoca Atatürkçüydü ya Mustafa’yı annesi çarşaf giydiği için dövmezdi çünkü başka çarşaf giyenlerin çocuklarını el üstünde tutardı! Mustafa’nın annesi de Çarşambalı anneler gibi giymezdi o çarşafı, belki yoksulluğunu örterdi, kimbilir. Bizim Hocanın nazarında Mustafa’nın annesi bir böcekti ama “ıyy Kara Fatma” kabilinden değil alelade bir böcek… Başı açık bir yoksul da böcekti ona göre ve ne üzücü, bizim hoca dizideki Melisa gibi tuhaf taksonomisinin farkında bile değildi! Bizim hocaya kalsa Mustafa’nın annesini veli toplantısına almazdı. Alsa ne gam, onu hiç görmezdi. Bense bugün yazıyı Mustafa’ya ve annesine ithaf ederken elbette bir Peri ezikliği yaşamıyorum. Ailem yalı sakini değil çok şükür! Ama ben yine de mahcubum! Mustafa’ya bugün arkadaşım diyemediğim için… Facebook’ta bile arkadaş değiliz, onu hiç görmedim ilkokuldan sonra… Bugün kime oy veriyordur acaba? Bunu da merak etmiyorum yahu! Acaba sobalı bir evde mi oturuyordur? Boynu eğik midir hâlâ?

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Birisi “Bir Başkadır Meryem’in Gündelikçi Düşleri” üzerinde düşündü

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: