WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

Kendime Karşı Tek Başıma ya da Eleştiriye Ara

Karıncalar yürüyor, birbirine çarpmadan… Birileri bağırıyor bir yerlerde. Varsa çalalım daha çıngıraklı bir zil, belgisiz ulumadan. Dökülsün sokağa borazan işletmecileri(1)

Tuhaf filmlerin yönetmeni Gaspar Noe Herkese Karşı Tek Başına (Seul Contre Tous)’ya muhteşem başlar! Bugüne dek izlediğim en vurucu açılışlardan biri…(2) Belki en sağlamı. Ahlak üzerine kesilen ahkam, diğer yandan müzik ile baş karakterin tanıtıldığı pasaj güçlerini birleştirip bir balyoz gibi iner seyirciye, ilk sahnelerden… Bu yazıya da böyle başlamak isterdim doğrusu! Böyle etkileyici… Nah böyle! Lakin kısmet değilmiş, başka sefere artık. Bu yazı herhangi bir film-dizi hakkında değil değerli-değersiz okurlar. Film eleştirisi okumayı umanlar emanet ettikleri ilgiyi faiziyle geri alabilir! Ben kendimi eleştireceğim bu yazıda. Özeleştiri yapacak, mevcut eleştirilerime eğileceğim. Deli işi değil ya, akıllı işi de sayılmaz! Belki “sıkıntıdan” diyebiliriz. Sıkıntıdan kendime sarıyorum. Oysa mesele kendime sarmaktan fazlası… Eleştirinin ve eleştirmenin yazgısı üzerine… Açayım. Birkaç şey denedim bu kişisel sayfada, birkaç yeniliğe yeltendim. Mesela bir eleştirel metni bir para birimine (Amerikan dolarına) ithaf ettim(3). Tarihte örneği var mıdır? Övünmek gibi olmasın ama zannetmiyorum! Bitti mi? Bitmedi! Hemen devamında bir yarışma uydurdum ve haber başlığı biçiminde yayınlandım, günümüz kadın komedyenlerine yönelik değerlendirmemi(4). Çok fazla sahtekarlıkla karşılaşıyoruz ama eleştirmen olma iddiasındaki biri de bunu yapıyorsa! Pes doğrusu! Yaptım! Yaptım fakat ilginçtir, kimse çıkıp da “Yahu sen hastası mısın? Neden yalan söylüyorsun? Böyle bir yarışma düzenlenmemiş” demedi. Vallahi kendi yalanıma inanmaya başladım! Öte yandan, dürüstlüğüme güvenebilirsiniz, fena değilimdir o bakımdan! Dürüstlükle söyleyeyim, daha fazla okur çekmek için kurmadım o tuzağı, şüphesiz merak uyandırmasını bekledim ancak asıl derdim meydan boş mu değil mi şöyle bir bakmaktı. Baktım da meydan bayağı bir boşmuş! Sahte yarışmama aday gösterdiğim kadın komedyenleri sosyal medyada etiketlememe karşın, hani o etkileşim arsızlığını sergilememe karşın sinek vızıltısı olduğuma dair hisler besleyebileceğim cılız bir reaksiyon dahi almadım. Garip… Şimdi bir yenilik daha yapıyor, kendimi karşıma alıyorum! Aslında benim için pek yeni sayılmaz, oldum olası saldırırım kendime. Çuvaldızı kaba etimle yüz göz ederim. Bir gelenektir benim adıma. Bu defa sizinle de paylaşmaya niyetlendim çuvaldızın döktüğü kanı. Kan dediysem de birkaç damla işte! Deterjan reklamlarına malzeme olacak kadar! Ama tekrar çekim almayın, rica ederim! 

*

Efendim öncelikle şunu belirteyim. Bir filmi, bir diziyi irdelemek oldukça kolaydır, yani harç bitti de kendimle oynamıyorum! Sözüm ağır gitmesin, sıkıldım bir alay hırbonun çekip ettiğinden; söylediğinden, söylemediğinden. Yine döneceğim onlara, yine dikkate alacak, yine tavşan çıkaracağım şapkalarından. Ne gam! Ancak bu kez şapkamı önüme koymak, dahası onu tuttuğum gibi bir tavşan deliğine tıkıştırıp biraz olsun soluklanmak istiyorum. Demin de bahsettiğim üzere dileyen okumayı bırakabilir, devam edeceklere ise fazla uzatıp hem sizi hem kendimi yormak istemediğimi tüm samimiyetimle bildiririm.

Uzun ve dağınık yazıyorum

Eleştirilerimin uzunluğu dillere destan! Hele bu çağda, dikkatin görsel ağırlıklı bir üretime kaydığı, sözün uçup yazının silinip vaktin de bir görüntüler yumağından ibaret geçmesi beklendiği, ancak o kadarına katlanılabildiği çağımızda uzun metinler okumak epey güç. Şu ana dek kaleme aldığım eleştirilerde sözü toparlayamadığım açıkça anlaşılıyor. Üstelik bu sorunu bir çok aşamada saptayabiliriz. Girememe, gidememe ve çıkamama hali belirgin… Her üç evrede; deplasmanda, kendi evimde ve tarafsız sahada oyunu açamayınca seyir zevki düşük bir performans sunuyorum okura. Teşbihte hata olmaz ya yazılarımı okurken saatlerce çiğnenmiş bir sakız tadı kalıyor ağzınızda belki de. Ne diyebilirim? Huylu huyundan vazgeçmiyor! Dağınık kafadan ancak uzun ve dağınık yazılar çıkıyor. Hazır konusu açılmışken dağınıklık meselesine değinelim. Eleştirilerim uzun olduğu kadar dağınıktır da. Bunda bir eleştiri okulundan mezun olmayışımın, bir ekol benimsemeyişimin, hadi bunları geçtim, özgün bir dil bulamayışımın payı yadsınamaz. Ki benim kendime has iyi-kötü bir kalemim vardır! İş eleştiriye gelince tavsıyorsam sanırım iki hareket noktasından yola çıktığım için başıma geliyor bunca iş. Birincisi, ilhamla hareket ediyorum. Bir yapıt yazmamı tetikliyorsa yapıttan bağımsız kılıyorum bilincimi ve böylece alabildiğine öznel kalıyorum eleştirilerimde, yer yer “aşırı yorum” dedikleri çıkmaza (yahut panayıra) saplanıyorum. Oysa diğer yandan yapıta teslim olup, onun çizgisine göre belirliyorum çizgimi; beni coşturduysa coşuyor, üzdüyse üzülüyorum. Duygular, düşünceler türlü türlü çeşniler katıyorum metinlerime. Şimdi bu ikircikli hal beni oradan oraya savuruyor, her bir yazıda bir duvardan bir ötekine çarpıyor. Ve doğrusu bu fırtınada sığınacak liman aramayışım hayli enteresan! Neye güveniyorsam artık! İnsanlar beni neden okusun mesela? Özgüvenimi kof bir kibirle mi izah edelim yoksa bazı mental problemlere mi yoralım, bilemedim. Ama geçelim istiyorum. Asıl meseleye gelmeliyiz. Neden şimdi? Beyaz bayrak sallamanın zamanı mıdır? Yahut gidip tanıdıkların kapısında mı ağlamalıyım! Beni okuyun, övün yerin, orası size kalmış ama okuyun! Okunmaya muhtacım! Kesmedi mi? Zeki Müren gibi sesleneyim, nağmeli! “Sana muhtacım” deyip yapışayım yakasına insanların! Oysa şu bir gerçektir ki eleştirmen kim olursa olsun, tanınsın tanınmasın, sevilsin sevilmesin hemen her koşulda suya yazan kişidir! Sahi kim nasıl okusun onu, bu görüş enflasyonunda ve yine aynı sebeplerden ötürü, neden okusun? Biz eleştirmenler beyaz bayrak sallayalım ziyanı yok ama damalı bayrak da bir gün bizi görecek mi? (burada bile popülizm!) 

Neden yazıyorum? Bir enayi ben miyim? 

Beni eleştiriye kim itti?(5) Kendi kendime mi düştüm bu batakhaneye? Bir İbrahim Tatlıses‘im olmadı mı örneğin? Beni kurtaramadı mı yapıt sahiplerinin elinden? Demek olmamış ve ben buradayım işte, naçar ve eleştiride. Hiç yoksa yüze yakın yazı kaleme aldım. Bazıları iyi, bazıları vasat… Yazıların bir kısmını derleyip kitap bastırdım. O apayrı ve saçma bir maceradır, burada değinmem yersiz kaçacak. Ne diyordum? Evet… Bu yazılardan beş kuruş girmedi cebime. Tam burada karşıma dikilip “bu işler böyle” demeyin lütfen! Bu işlerin böyle olmadığının (bakın, olmaması gerektiğinin falan değil, düpedüz böyle olmadığının) gayet farkındayım. Akıl balığım hani! Garip gureba, burjuva, cemi cümle omuz omuza verip bu işlerin böyle olması için bir kamuoyu baskısı kurmuşsunuz ve özünde şuna getiriyorsunuz lafı: Fikir para etmez! Belki de haklısınız. Belki de üretimin ve yorumun hiç olmadığı kadar demokratikleştiği, ifade araçlarının kaotik bir arz politikası ekseninde erişime açıldığı çağımızda, karneyle dağıtılan ve pasaportlara damga niyetine basılan karakterler (o caaanım tweetler), eş dost ortamında dudak büküşler, anonim rüküşlükler, dahası sözlüklerden ve bilumum yeni yavşak medya mevzilerinden fırlayan “hesap (account) eleştirmenliği” imzaların, gerçek kişiliklerin ciddiyetini silip süpürdü ve geriye yalnız kendini eyleyenler, çorba parası çıkaranlar, şarlatanlar kaldı. Ama esas olarak ve bu değişime koşut olarak eleştiri tanıtım zorbalığının çizmelerine teslim oldu, tüm bir eleştiri tanıtım söz öbeklerince işgale uğradı. (Yapıta dair) Yazarlık şeklinde anılan meşgale ağırlığını yitirdi, günbegün çözüldü. Bilindik ve kabul edildik şeyler söylüyorum. Bilindik ve aynı zamanda kılı kıpırdatmayan, sarsmayan, silkmeyen, bir o denli dehşetengiz şeyler… Nedir ki, yine bilinmelidir ki sanatsal iletiyi algılamadan yana duygusal fakirlikten ve bir arpa boyu yol alınmasını engelleyen katıksız cehaletten daha korkunç bir şey varsa o da yapıta boyun eğmektir! Eleştirmen yapıta boyun eğerse alıcının düzeyi de giderek düşer, zira henüz ilk saf bozguna uğramış ve kültüre katkı imkanı (yorum) ortadan kalkmıştır. Bilmemek değil söylememek ayıptır ve yanı sıra bir yapıtı olduğu gibi kabullenmek, onu sineye çekmek insanlığa karşı işlenmiş ağır bir suçtur! İşte bu suçu işleyelim istiyorlar! Sizler de istiyorsunuz! Çünkü düzenin çarkları böyle dönüyor. Yazalım çizelim, beş kuruş para almayalım; imzanın önemsizleştiği bir dönemde bir köşeye imzamız çiziktirilsin, hem fena mı ya! Fena! Basbayağı fena! Eleştiri yerine eleştirmenin kendini pazarladığı, işini bilen çavuşların yükselirken, üstelik dönme dolabın stop düğmesine onlar tam tepeye çıktığı sıra basılırken işini bilmeyenlerin kendi yörüngesinde dönedurup makus talihlerini avuçladıkları bir kara düzen… Bir kara hikmet… Midemi bulandırıyor ne yalan! Acı sular getiriyor ağzıma… Ama devam ediyorum. Edeceğim. Bu sonsuz/soysuz çorbasızlık hali ve bu kendini eyleme avuntusunun kaçınılmaz iflası takdir edersiniz ki yordu beni de “atanamamış” meslektaşlarımı nasıl yorduysa. Kendim çalıp oynadım yıllarca ama artık çalgımı kutusuna koyup bir kenara kaldırıyorum. Yeter!

Her şeye yazıyorum. Eleştiri şehrinde kılavuzum karga…

Eleştirilerden devam edeyim. Her şeyi yazma merakım vardır. Bir sanat filmini de yazarım, ucuz bir komediyi de. Ticari sinemayı festival sinemasından ayırmam. Derin bir mesele… Sinemayı bir sanat kolundan ziyade entelektüel gevezelik biçiminde ele alışım bunu gerektiriyor. Ama öte yandan karakterimle örtüşüyor bu seçim, diğer bir deyişle bu seçimsizlik, bu midesizlik durumu… Ben görmeyi değil, bakmayı önemsedim her daim. Her şeye bakarım, asıl niteliğim sabırla bakmaktır, görürsem ne ala! Görmezsem de Atasun Optik sevinsin, bu gidişle yolumuz düşecek oralara! Fakat yabana atmayın; arada bir görür, gördüm mü yazarım. Ve sizler de görüyorsunuz, en kör halinizle görüyor, en sağır halinizle duyuyorsunuz, eleştiriyi bir körler ve sağırlar şehrine çevirdiler. Körler ile sağırların birbirini ağırladıkları bir konferans şehrine… Fuar turizminin ikonu haline geldi eleştiri şehri! Gişede başarılı filmlerin görmezden gelindiği ama kimsenin izlemediği, muhtemelen izlemeyeceği filmlere nice yazıların döşendiği bir şehir oldu eleştiri. Bu (kalıplarla iletişim kurulan) beton yığınının aldatıcılığı gölgesinde haddinden fazla gelişmiş ve kurnazlarıyla geçinen bir taşraya dönüştürüldü! Kendine yeten, ocağını tüttüren… Günübirlik ve görkemli… Dönme dolabın müşterisi ayrıydı, atlı karıncanın ayrı! Kan şekerini düşüren taşra filmleri, şaptan şeker olan festival sineması, sanat kerkinmesi filan derken gişe kalkışması göz ardı edildi. Recep İvedik çok az konuşuldu. Akademide muhakkak konuşulmuştur ya saman kağıda basılan ciddi yayınlarda ne ölçüde var olabildi? Sormak gerekiyor. Ben kendimce Recep İvedik’i de yazdım, televizyon da yazdım. Toplumsal arka plana dair gözlemlerimi aktarmaya çalıştım. Çukur‘u yazdım örneğin… Poyraz Karayel‘i yazdım. Yakın geçmişte Zengo‘yu yazdım. Bunlardan ötürü pişmanlık duymuyorum fakat yayın politikası anlamında bir yoksunluk dikkat çekiyor. “Her şeye yazmak” bir süre sonra anlamsızın şarampolüne yuvarlıyor insanı, hele de çıkarın yoksa yazma eyleminden! “Yahu başlarım İvedik’ine de Çukur’una da” dediğimde beni teselli eden, motive eden ise şu oluyor: Eleştirmen bir kültür işçisidir, bir arıdır; bir çeşit eşek arısı… Peteğinden mum çıkar ve o mum günü geldiğinde yanarak aydınlatır etrafını. Bal vermez, tat bırakmaz ağızda ama dolaylı yollardan insanlığa hizmet eder. Üstelik ağır bir vazife üstlenmiştir eleştirmen, çöplükleri eşeler. Bu yüzden ticari sinemayı es geçmez, geçemez. Yine şunu hatırlayarak teselli buluyorum. Biz eleştirmenler soytarıların performanslarına yüz çevirmemeliyiz, yılmadan usanmadan dönmeliyiz o yana! Unutmamalıyız ki kral için soytarı kafasını vurdurana kadar yoktur. Kral güler soytarıya, eğlenir ve ancak onu sildiğinde hatırlar varlığını, yeni bir soytarıya ihtiyaç duyduğunda sadece. Soytarı etkinliği ile uyuşup uyuşturarak hem kralı hem kendini saklamayı başarmıştır tüm bir hayat gailesinden. Burada kuşkusuz kral anlamında halkı anıyorum. Halk için de soytarılar ancak unutulduklarında var olur ve o varoluş aslında yokoluşa eştir. Biz eleştirmenler, soytarıları, boyunları vurulmadan, bir sepete yuvarlanmadan yazıp çizmeli; varsa herhangi bir değerleri, özgünlükleri ortaya koymalıyız diye düşünüyorum. Bilmiyorum yanlış mı ediyorum?

Eleştirilerde yangın musluğu aranmalı mı?

Yeri gelmişken eleştiriye/eleştirmene dair de başıbozuk, bir evvelinkinden kopuk birkaç kelam etmek isterim. Malumunuz, eleştirmen kimliği hayatın geri kalanı gibi zor kazanılan fakat oldukça kolay kaybedilen bir kimlik… Ve üstelik en sersem yanılgı eleştiriyi kimlik edinme uğraşıyla özdeşleştirmek olabilir. Eleştirel bakış, duruş, öpüş koklayış her neyse ona pvc kaplatmak imkansızdır! Zira en suskun insanların beklenmedik yerlerde düşen çeneleri düzenli nutuk çekicilerin binine bedel gelebilir yahut en kaba saba görünenler, hilkat garibeleri kimsenin bakmadığı yerlere bakabilir. Kimsenin bakmaya tenezzül etmediği… Bir divanına altına mesela… Freud okuyup divanına üstüne bakan gırladır halbuki! Veya bokunda boncuk arayan… Oysa eleştirmen kimliği öte yandan bir bahtsızlığın dışa vurumu değil midir? İsyan değildir, ondan eminiz ama eleştirmenlik eni sonu bir meslek olmadığından onu icra edenler tutunacak dal arar. Onu kimliğe dönüştürme ve mutlak kılma çabası bu arayışın bir uzantısıdır. Güzel, her önüne gelen, onu bunu şunu eleştiriyor, 90’ların o reklam repliğiyle söyleyelim: “Ağzı olan konuşuyor!” Buna bir dur demeli! Benim önerim ilk elden sapla samanı ayırmak yönünde… Hani sanal erişim sağlayıcıları sürekli gerçek bir insan olup olmadığımızı merak ediyor ya! Öğrenip ne yapacaklarsa! Sürekli bir sorular… Resimdeki köprüleri bulun, bisikletleri işaretleyin! Benzin doldurulmış tek bir araba bırakmayın falan. “Eeeh” diyesimiz geliyor. Eeeh! Ben de bu yöntemden esinlenerek Halep oradaysa arşın burada diyorum! Gelin eleştirmenlere de gerçek bir eleştirmen olup olmadıklarını anlamak için yangın musluğu bulduralım! Neden yangın musluğu? Bir eleştirmen eleştirisinde yangın çıkarmıyorsa eleştirmen sayılmaz da ondan! Zaten o musluk yangın çıkarabildiğine delildir! Tüm mahalle yanmasın diye alınan önlemin delili… Prosedür bir bakıma… 

Anlaşılır yazıyorum. Yoo ağlamıyorum, gözüme çöp kaçtı!

Olumlu eleştiri babında anlaşılır yazdığım söylenebilir. Azizm Sanat e-dergisi eksik olmasın, iki yıl evvel bir röportaj yapmıştı benimle(6). Kitabım üzerine bir röportajdı. Derginin yürütücüsü Onur Keşaplı (Uşak Üniversitesi’nde akademisyen) beğendi kitabı ve tanıtırken “kapalı devre akademik yayınlar“a benzemeyişiyle övdü. Geçenlerde de Belge Yayınları okuma grubumuzdan bir arkadaş (Gülsün… Sanırım kendisi de bir özel üniversitede akademisyenlik yapıyor) bir dizi eleştirim hakkında whatsapp grubundan “en azından anlaşılıyor” dedi. Şimdi burada biraz duralım. Ülkemizde, post modernin kırbacı duru söyleyişin üzerinde şaklayalı, post modern ifrazat modern dışkıların süksesini sarsalı anlaşılmak erdem değil bir eksiklik sayılıyor. Anlaşılır film çekmek kabahat! Zaten bir karakter derdini iyi ifade ediyorsa “kör göze parmaktır” kesin (ben de çok kullanırım bu tarifi), hem bayram değil seyran değil, Arif’e neyi tarif ediyordur? Eleştiride de misal akademide bir şeyi söylemenin en tutarlı yolu onu hiç söylememektir. Çünkü bir şey ancak söylenmezse söylendiği farz edilir! Farz edilerek bilinir bir gerçek. Kavramlar egemenliğinde soyut bir iletişim biçimi türemiştir. Öğrencim sana söylüyorum oda arkadaşım sen anla biçemi! O ne tumturaklı girişler, o ne uzun söyleyişler! Bu koşullarda akademisyenlerin beni anlaşılmakla suçlamasını acaba itibarıma dönük bir suikast girişimi olarak mı algılamalıyım? Demek anlaşılırım! Bir arama motoru düzeltmesi yapalım! “Bunu mu demek istediniz? Basit…” Basit mi? Yoo ağlamıyorum! Gözüme çöp kaçtı!

*

Basit yazmak eleştiride anlamlı mı ayrıca tartışılır. Eleştirinin çok az okunduğunu varsayarsak, yapıt sahiplerine hitap etmediğini, onların çevrelerinin genellikle yaltakçı arkadaşlar ve tanıtımcılar tarafından sarıldığını öne sürersek sade metinler yazmak ancak işte benim gibi kalemler gıyabında “basit yazıyor” yargısına yol açar! Yazdıklarınızı akademisyenlerden ziyade halktan kişiler (halkı burada birinci dereceden tüketicileri kastetmek için kullandım, küçümsemek maksadıyla değil) okuyorsa o zaman faydalıdır basit yazmak. Daha kolay tüketilir görüşleriniz, daha çok insana bir şeyler söyler en azından. Ama yazdıklarınızı yakın çevreniz okuyacaksa sade yazdığınız takdirde “bu Haydar hiç okumaz, cahilin tekidir” türünden yorumlara kapı aralarsınız. Evet, gururla yahut dövünmeyle söylemiyorum ama kitap okumayı pek sevmem! Bana kalırsa yazarların çok kitap okumasının, sinemacıların çok film seyretmesinin yegane sebebi mahcup olmamaktır! Tüketmek, üretmek yolunda önemlidir; enerji sağlar, bakış zenginliği katar, bunları inkar edecek değilim, dahası işlenmiş fikir biriktirmek, onları yeniden işlemek, tek tipliliğin, tek fikirliliğin önünü alır ve hasta’yı bir bakıma erken tedavi eder fakat çok okumak, çok yazmanın önündeki en büyük engeldir aynı zamanda. Çok yazmaksa iyi yazmanın kayda değer pusulaları arasındadır. Sanata ulaşmanın bir yolu da kendini öncelikle zanaatkâr saymaktır. Zanaatkâr ustalaştıkça sanatçı yönünün gerekliliklerini de kusursuz yerine getirmeye başlar; yaratıcılığı güçlenir, ifadesi bereketlenir. Dolayısıyla çok yazmadan iyi yazmak güçtür ve çok yazmak istiyorsanız naçizane az okumanızı öneririm. Az film seyredin, iyi film çekmek istiyorsanız! Çünkü Amerika’yı yeniden keşfetmek lazım! Her açı sizin buluşunuz olmalı, ki bunun bir benzeri başıma geldi! Hiç unutmam, lisedeydim, dershaneye gidiyorum. Matematik dersinde üçgenin iç açıları toplamının 180 derece olduğunu tahtadaki bir örnek üzerinden keşfetmiştim, kitabi bilgilerin nakliyle değil! Demek iyi bir okur ve çalışkan bir öğrenci değildim. Heyecanla paylaştım keşfimi! Tabi mevzu bahis örnek vasıtasıyla açıkladığımdan pek rezil olmadım, sivri akıllılığım fark edilmedi anlayacağınız ama çıkışım seyre değerdi. Tam bir şaşkın ördek faciası! Buraya nereden geldik? Konuyu dağıtmayı ve bir ucundan tutup kendime bağlamayı sevdiğimden geldik! Anlaşılır yazıyorum diyordum ya bir çelişki yok mu sizce? Hem uzun hem konuyu dağıtarak hem de anlaşılır nasıl yazabiliyorum? Akıl sır ermiyor! Aslında nedeni açık.. Herkesin beklentisi farklı eleştirilerimi okurken… Akademisyen anlaşılır buluyor, eleştirmen cahil buluyor, satırlarımda bir dedektif titizliğiyle eseri arayan geveze buluyor. Bazı okurlara don lastiği sunarken bazılarına iğrenç ağdalı söyleyişten, o kavramsal rezillikten kaçış fırsatı tanıyorum. Bazılarına ise yalnızca “zaman kaybı” vaat ediyorum. Gerçi bana kızmayın, bu işin raconu bu. Bana da okuduğum bazı eleştiriler konu aldıkları filmlerden çok daha fazla zaman kaybettirmiştir! Neylersiniz!

Tespit, karşılaştırma ve tüm römorku boşaltma saplantım!

Eleştirilerimi okuyanlar az çok tanık olmuştur. Her yazıda yığınla tespit yaparım. Tespit Allah tespit! Saptama babam saptama! Bilmem ne bilmem nedir! X Y’dir, öyleyse Y de X’tir. Ne parlak zeka! Veya… X iyidir de çevresi kötüdür vb. Tespitte bulunmak başlı başına bir değerlendirme metodu sayılır mı? Detaylara inmek, irdelemek lazım gelmez mi? Herkes bilir ki tespitin anlam kazanması yargıyla arasına mesafe koymasıyla mümkündür. Başka bir deyişle yargıların tespit hüvviyetine bürünmesi altının doldurulmasına bağlıdır. Altı bezlenmiş yargılar, kokular saçıp kendini gizlerken, akıl yürütmelerini, geliş yollarını layıkıyla ifşa edemeyen tespitler okuru yormaktan başka neye yarar? Bir şeyi söylediğinizde sadece o şeyi söylemek için yazıyorsanız hiç yazmayın daha iyi! Neden filmleri, şunları bunları karıştırıyorsunuz düşüncelerinize? Hayatı karşınıza alın, deyin kardeşim böyle böyle! Bir iki karakterin psikolojisi, bir iki olayın sosyolojisi kişinin hayat felsefesini açıklamaz ki! Açıklasa da sağlıklı bir açıklama olmaz. Dolayısıyla tespite boğulan bir eleştiride yazar bolca vardır ama yazı ancak eser miktardadır ve benim eleştirilerimde de yazı’nın (haliyle yazın’ın da) gölgemde kaldığı, gölgeme hapsolduğu bile söylenebilir. Tam bu noktada tespitli hitabetin suç ortaklarından bahsetmeliyim. Karşılaştırma belasından söz gelimi! Karşılaştırma belasına gardaş, heder ettik nice yazıyı! Burada da yapıtı yalın almama (daha uygun ve dürüst ifadeyle kâle almama) sıkıntısı baş gösteriyor. Çoğu yapıtı, özünde bir şey söylemek istemediğinden ve bu çıplak haline kayıtsız kalmayarak yorum sağmaya duyduğumuz arzudan kaynaklı kendi kaba suretiyle sınırlamayıp kendinden menkul saymaz, derhal muadillerini aramaya koşullanırız. Kavramlar, çizgiler ve şahsi deneyimlerle haşır neşir olduğumuz yer tam olarak burasıdır. Yapıt bizde uyandırdıkları ile diğer yandan ona yaklaşımımız ile sınıflandırılmaya ve böylece anlaşılmaya ihtiyaç duyar. Onda bazı kavramlar kavrar, bazı olgular sezer ve nihayet bazı çizgiler çekeriz. Yapıtın çeperini bu yolla aşarız, çizgilerimizi onun hücresine geçirerek. Dahası onu tanımaya vakit harcamaz, kendimizi tanımak adına sıvarız kolları. Aklıma bir başka yapıt gelir, yazarım yanına, çeşitli yönlerden kıyaslarım. Ve bu kıyaslama da bilincin romörkünü boca ettirir insana. “Bir dakika bir dakika” diye atılıp giden yapıtın ardından su döker veya onu kapıda durdurup boynuna bir atkı sarar, hatta buseler kondururum yanağına. Hasta olmasın, su gibi akıp gitsin! Gitsin ki yoluma bakayım! Eteğimdeki taşları dökeyim, değil mi ya! Yenileyeyim şu kaldırımları! Taş üstüne taş ekler, lafı uzattıkça uzatırım. Bezdiririm okuru tatlı canından. Yine bezmeye başladınız, toparlıyorum!

Balyozun karşısında salyangoz… Yapıtın karşısında eleştirmen… 

Aslında temel sorun eserin balyoz, eleştirmenin salyangoz olmasından ileri geliyor. Yazıya bir balyoz gibi başlasaydım deyip iç çekmiştim. Ne çare! Olacak şey var, olmayacak şey var. Eleştirmenin yeri az çok bellidir. O bir balyoz değildir; bir pipo bile olabilir(!) ama katiyen balyoz değildir. Yaşamı bir salyangozunkine benzer, onun görünürlüğü nasıl yağmurlara bağlıysa eleştirmenin varlığı da üretimin sürekliliğine bağlıdır. Birileri üretmedikçe eleştirmen eleştiremez. Kalp kırıcı bir korelasyon bu ve eleştirmenin tasası salyangozun salyasına denk neredeyse! Ardında bıraktığı ize, çektiği kahra! Her an üstüne basılmalık, duvarlarda, kaldırımlarda ağır aksak ilerliyor işte eleştirmenler… Tedirgin, iş güvencesiz… Çoğu bu işi zevk için yapıyor. Bazıları sırf karşı cinsi etkilemek adına… Önemli bir kısmı deseniz network sevdalısı! Bu yazı bir kapıyı açar, o kapıdan bir odaya… O odada… Hesaplar, hesaplar! Ama şu var ki eleştiri de sigara gibidir, ona ömrünüzün herhangi bir aralığında başlayabilir fakat son nefesinize değin bırakamazsınız. Yalnız ara verirsiniz! Nefsinize hakim olduğunuzu sandığınız bir ara! Eh, aradan sonra görüşmek umuduyla…

Haydar Ali Albayrak

  1. Akbil yoktur ve dizeler bana aittir!
  2. https://www.youtube.com/watch?v=-_PaNxnJFLY
  3. https://sacinitarayanlarintaragi.home.blog/2020/10/14/yarim-kalan-asklar-ve-sol-seritten-hizla-akan-cevreci-polisiyeler/
  4. https://sacinitarayanlarintaragi.home.blog/2020/10/24/cagimizin-yasemin-yalcini-yarismasi-sonuclandi/
  5. https://www.youtube.com/watch?v=woOiVm5_FwI
  6. http://www.azizmsanat.org/2018/11/03/soylesi-haydar-ali-albayrak/
Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: