Kendine has üslubu ve yarattığı dünyalarla tanınan masal anlatıcımız Ezel Akay‘ın namıdiğer Ezop‘un Netflix yapımı son filmi yayına girdi. 9 kere Leyla adını taşıyan film emektar tiyatrocularımızdan Tayfun Türkili‘nin kaleme aldığı 9 Canlı oyunundan uyarlanmış. Erkek sorunu’nu, kadın cinayetlerini iğneleyici bir tarzda irdeleyen filmde başrolleri Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Fırat Tanış paylaşıyorlar. Elçin Sangu ile Alican Yücesoy da anlatının merkezinde bulunan, öne çıkan diğer oyuncular… Konusuna ve gerek türünün gerek olay örgüsünün niteliklerine geçmeden evvel 9 Kere Leyla‘nın Akay filmografisinde ancak gerilerde yer bulacağını belirtebiliriz. Neredesin Firuze (2004) ve Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü (2006) gibi önemli filmlere imza atan Akay 7 Kocalı Hürmüz (2009)’den beri sessizliğini koruyordu. Dönüşü salgın nedeniyle internet platformuna oldu. Peki, “muhteşem oldu” diyebilir miyiz? Orası su götürür işte!
Adem ile Leyla, Bir elmanın iki yarısı, bazı kurtlar ve mahdumlar
9 Kere Leyla, zengin arkeolog Adem (Haluk Bilginer)’in evlilik terapisti Nergiz (Elçin Sangu)’e abayı yakması sonucu artık bir saplantı haline getirdiği karısından kurtulma planları ve girişimleri etrafında dönüyor. Masalsı anlatının, karakter tanıtımının ve kaza süsü çabalarının arasına serpiştirilen Haluk Bilginer pasajlarının filme dinamizm kazandırdığı söylenebilir ancak zaten Akay standartlarının az çok karşılandığı bir akış izliyoruz. Neredesin Firuze’de müziğin ve sanat yönetiminin rolü, yine tarihi güldürülerde hicvin etkileyici kullanımı yönetmenin marifetini sergiliyordu. Bu örneklerde Akay anlatıda farklı bir söz söylediğini, ölçü tutturduğunu açıkça ilan etmişti. 9 Kere Leyla’da da diğer Akay filmlerinde olduğu üzere güldürü ve sosyal mesajlar kararında kullanılıyor. Yine de bir şeyler eksik sanki! Değinmeye çalışacağım. Konuyu yeniden toparlarsak karakterlerin bir masaldaki kadar şematik bırakıldıklarına şahit oluyoruz. Adem servetini karısına emanet etmiş, orta yaş bunalımına girmiş bir Ademoğlu! Neden arkeolog olduğunu örümcekle dertleştiği sahnede açıklasa bile mesleğinin, filmde geçen mezat ve tarihi eser gibi öğelerin altını doldurmak dışında seyirciye hiçbir vaadi yok. Ama işte köşkte yaşayan bir zenginin arkeolog olması her ne kadar mevzu bahis meslek grubunun züğürtlüğü ile çelişse bile (Bir masalda gerçeği aramak doğru mu?) mühendis olmasından iyidir! Mühendisler alınmasın ama arkeolog takımı daha eğlencelidir en azından! Adem’in eşi Leyla (Demet Akbağ) ise bu kart zamparanın aksine evine, evliliğine sadık, kadınlara her daim yardım eli uzatan, tabiri caizse iyilik meleği bir kadın! Tek kusuru bir türlü ölmeyişi! Öte yandan filmi tamamlayan karakterleri de Adem ve Leyla’yı olduğu gibi isimleriyle müsemma değerlendirebiliriz. Avukat Haris (Alican Yücesoy) adının hakkını veren açgözlünün teki. Adem’i ayartan ve filmin girişinde Lilith efsanesi aktarılırken çizilen kompozisyona uygun bir Nergiz görüyoruz. O da adı gibi (Narkissos) kendine hayran… Evdeki her kazaya yetişen acil tıp teknisyenlerinin adları Hızır ile İlyas… Erkek evlat anlamına gelen Mahdum (Fırat Tanış) ise annesi tarafından terk edilmişliğin tasasını ve büyüyememenin sancılarını çekiyor. O bir kronik mahdum! Her devrin mahdumu! Kişiliğini bir mahdumun çizgilerine kapatmış adeta! Takıntılı, ikiye düşkün, yer yer isterik… Film bu karakterler çerçevesinde gelişiyor, Mahdum’un peşine düştüğü el yazması olayları içinden çıkılmaz bir hale sokuyor… Kadın cinayeti sinemanın, özellikle komedi türünün sıklıkla kullandığı bir tema… Bir çırpıda yığınla film sayılabilir. Üstelik başyapıt payesine erişmiş filmler gelir aklımıza… Aynı şeyi erkek cinayetinde, özelleştirilmiş bir kategori namına pek göremiyoruz. Hani filmde kadınlardan yana bir tavır alınmış ya ilginçtir, kadın cinayetinden komedi devşirmek de özünde erkek egemen seyirci kabulünün bir yansıması… Elbette bu durum anlatının içeriğine dönük kayda değer bir etki yaratmıyor. Akay’ın, senarist Özlem Lale ve tüm senaryo ekibinin derdini anlatabildiğine inanıyorum. Bununla birlikte iki filmi anacağım. İlk filmi çoğu sinema seyircisi bilir. Chaplin‘in kara mizah harikası Mösyö Verdoux (1947)’sundan söz ediyorum. Eski eşinin saadetine bağlı kalan ancak geçimini sağlamak adına zengin kadınlarla evlenip onları öldüren centilmen Verdoux sinema tarihinin en tuhaf seri katilleri arasında görülebilir, diğer taraftan bir de Archibaldo Cruz‘umuz var ki Verdoux denli meşhur sayılmaz. Bunuel‘in Meksika dönemine ait orta karar filmlerinden olan Archibaldo Cruz’un Suçlu Yaşamı (1955) ise çocukluğunda geçirdiği travma (Meksika İç Savaşı sırasında evlerinde çalışan hizmetçi gözleri önünde öldürülüyor) neticesinde şiddete meyleden Archibaldo’nun başarısız cinayet teşebbüslerine ve fakat kurbanların yine de kaçamadığı yazgıya, kazara ölümlerine odaklanıyor. 9 Kere Leyla baş kahramanının çocukluk travması ve bir doyuma ulaşmayan cinayet arzusu bakımından Archibaldo Cruz’un Suçlu Yaşamı ile örtüştürülebilir. Elbette Akay’ın filmi adını geçirdiğim filmlere kıyasla farklı bir yerde duruyor, farklı bir amaca hizmet ediyor. Chaplin’in Mösyö Verdoux’u katışıksız bir kara mizah örneği… Pek güldürmüyor ama içten içe sarsıcı, insan yaşamını sorgulamamıza vesile, soğukkanlı bir cinayet silsilesiyle karşılaşıyoruz. Belki de bu cinayetleri işleyenin sessiz sinema yıldızı Şarlo oluşu her an “bir sululuk edecek mi” diye düşündürüyor bizi fakat Verdoux programından şaşmıyor. Archibaldo ise daha fantastik bir karakter… Sürreal sinemanın kurucularından Bunuel hemen her filmine fantazya katıyor, Archibaldo Cruz’un Suçlu Yaşamı’na da katmış bilinçdışını ve bu kez ironik bir damar yakalamış. Archibaldo’da seyirciyi güldüren şey başarısız eylemleri değil, var oluşu aslında… Zira onun içine düştüğü/doğduğu durum hem fantastik hem gülünç… 9 kere Leyla ise eğlencelik bir film. Vakit geçirmelik, üzerine düşündürüyor kuşkusuz ama onda derin anlamlar aramak beyhude. Kendi mitolojisini de getiriyor zaten (Yaz! Kendi mitolojisini kendi getirecek!) Yeri gelmişken 9 Kere Leyla’nın ne tür bir komedi filmi olduğuna değinmek gerekiyor. Akay filmlerinde ticari sinemanın komedi kodlarını pek kullanmıyordu fakat bu kez güncel sinema dilinden etkilenmiş gözüküyor ve iyiden iyiye eğlenceye kayıyor. Diyeceksiniz ki Neredesin Firuze de eğlenceli bir film değil miydi? Öyleydi ama burada kastettiğim eğlence filmdeki havanın değil sabun köpüğünün eğlencesi… Öyküsüz, günü geçirmelik, sinema adına kazanım sunmayan, seyirciyi beslemeyen bir eğlence… Endişe etmeyelim, Akay’ın Leyla’sı yaşayacak! Yırtacak bir kez daha kefeni fakat yönetmen bu tarza yönelirse ömrü ne kadar uzun olur, kestirmek güç!
Leyla Ölmüyor ama film de yürümüyor!
Madem ağzımızı acıttık, filmin kusurlarından devam edelim. 9 Kere Leyla’da akmayan bir şeyler var! Evet, Akay’ın filmi yönetmenin becerisiyle ağır aksak ilerliyor ama seyirciyi ekran başında tutamıyor. Doğrusu belki bu noktada daha yakıcı bir derde eğilebiliriz. Bu film platformda böyle… Böyleyken böyle! Sinemada nasıl olurdu mesela? Seyirciyi kendine bağlayabilir miydi? Deneyimlemeden konuşmak abes kaçar fakat şundan eminiz: Salonda sinema seyrinin tadı da teamülleri de başkadır. Seyirci çıkarsa genellikle ilk yarının sonunda çıkar (Ben Climax‘in son on dakikası hariç hiçbir filmde çıkmadım), çıkmazsa film kendini bir şekilde izletmiş demektir; kuşkusuz niteliği tartışılmak kaydıyla… Gelin görün ki platform koştur koştur bir enerji istiyor. Komedi ve aksiyon filmlerinde şart bu! Üstelik komediyi aksiyona ve şamataya götüren yol da eğlencenin iyi niyet taşlarıyla döşeniyor! Diğer yandan seyirci karanlık bir salonda değil, ekran başında ve çıkabileceği tek bir kapı yok. Çevresinde tanımadığı insanlar oturmuyor, aralarından geçmek zorunda kalmayacak. Dilediği an kapatır, platformun diğer seçeneklerine göz atar, tuvalete gider gelir. 9 Kere Leyla sanıyorum seyircinin çişini birden fazla kez getiriyor. Başta söylediğimle çelişen bir şey öne sürmek istiyorum. Hani Bilginer’in seslendirdiği parçaların filme dinamizm kattığını söylemiştim ya! Katıyor ancak bu türden bir dinamizm, hoşlanmayanları için itici bir unsur haline geliyor aynı zamanda. Akay platforma iş yapmayı sürdürürse üslubundan ödün vermek durumunda maalesef… Peki, akmayan şeyler ne? Teknik açıdan kabaca bahsini geçirdiğim bu dizgenin ötesinde “günümüzde geçen masal”ın yol açtığı bazı sıkıntılarla da yüzleşilmiş. Renk kullanımından abartılı dekora, kapalı mekanların basık atmosferine değin bir parça yoruluyor gözlerimiz. Her yerden fışkıran sanat eserleri, Adem’in alametifarikası olan kırmızı elmalar, göze çok sokulan her ne varsa aynı akıbeti yaşıyor, eskiyor ve bir müddet sonra görünürlüğünü yitiriyor. Arada filmin sahneleriyle irtibatı kurulan, canlandırılan mitolojik tablolara rağmen… Öte yandan estetik kaygılı bir oto sansüre tabi tutulmuş sevişme sahnelerinin yarım bir hisse yol açtığını söyleyebiliriz. Her iki sevişme de o kadar arzuya batmış ki bir anda bitişi belki dünyanın ahvaline işaret ediyor (yani bu kadar kardeşim, daha ne bekliyorsun diyor) ama Yeşilçam melodramlarından vazoya zoom geleneğine alışmış bir toplum olduğumuz da es geçilmemeli! Çıplaklık göreceksek ya sonuna kadar görelim ya hiç görmeyelim! Düsturumuz budur, not düşülsün!
Aciz Ademlerin omzuna yaslanan Lilith başı ve kuyu kazan sahte kızıl Havva
Gelelim olay örgüsüne ve ileti problemine. Filmdeki olaylar hızlı gelişmiş. Hani bu bir filmdir ve olayların bir kertede hızlı gelişmesi zaruridir fakat bu gelişmenin örgüye hasar vermemesi için bir sadeleştirmeye de ihtiyaç duyulur. Bir atmosfer filminde bu sadeleştirme bana kalırsa karakterlerin hikayesi derinleştikçe değil aksine sığ bırakıldıkça sağlanır. Akay işinde ehil olduğundan masalını sadeleştiriyor fakat bu kez de sekanslar arası bir kopukluk göze çarpıyor. Ard arda gelen kaza süsü çalışmaları, Mahdum’un Adem’i kaçırmaları, ambulans ekibinin tuhaf müdahaleleri ve nihayet Adem’in her ölü gördüğünde bayılması. Filmde o kadar çok geçiş öğesi var ki sekanslar sağlıklı bir biçimde ulanmıyor. Biz daha ziyade geçişleri izliyor, geçişlerle oyalanmaktan esasın parçalarını birleştiremiyoruz. İşin bir de ileti karmaşası var. Filmi yapanların kendini ifade ettiklerini düşünüyorum, başta da söyledim fakat filmi bir bütün olarak değerlendirdiğimizde üzerinde uzlaşılan bir mesaj geçmiyor seyirciye. Birden fazla mesaj alıyoruz. Seç beğen al dedikleri! Olay örgüsü finale doğru toparlanırken, tam filmin içine giriyoruz derken bu defa mesaj bolluğu çıkıyor karşımıza. Finalin bir masala yakışır şekilde didaktik sonlanması hayli doğal fakat hissenin kıssa ile görüş ayrılığına düşmemesi gerekir. Film boyunca kadının kadının kurdu olduğu yönünde, Lilith ile Havva’nın ilişkisini vurgulayan, domestik ve cadı rollerini ters köşe yaparak dağıtan (Lilith evinin kadını, Havva soyundan Nergiz fettan) aynı ölçüdeyse tüm erkek karakterler vasıtasıyla erkeğin zayıflığını öne çıkaran mesajlarla karşılaşıyoruz. Bu tabloya göre kadının çok düşmanı var, erkeğin de çok eksiği… Oysa filmin sonunda “erkeğin omzu” meselesi devreye giriyor, barış sağlanıyor. Adem’e karşı yapıcı, anaç bir yaklaşım bu. Havvavari bir yaklaşım… İyi de erkek filmde alabildiğine zayıf gösterilmedi mi? Gördük ki iki elle daha bir kaza süsü veremiyor Adem! Leyla 9 canlı ama Adem iki elini kullanamıyor. Bir canlının iki elini kullanamaması gelişimini tamamlayamadığına delildir, hem soyunu da sürdüremez, malum… Adem’i Adem’liğinden uzaklaştırırken Lilith’i Havva’ya yakınlaştıran masalsı bir yaklaşım… Masalı yeniden kurmayı deniyor Akay! Eh, haliyle bir ileti karmaşasına yol açıyor yönetmenin bu cesur çabası!
Oyunculuklar ve usta oyuncuları yöneten usta yönetmenler!
Filmi bu kadar yerdikten sonra iyi yanlarına geçmeli. Zaten 9 Kere Leyla’ya dair iyi oyuncu kadrolu fakat sıradan bir komedi filmi demek yanlış olur. Akay’ın elinden çıkması elbette ona bir kredi sağlıyor. Diğer yandan filmin elini oyunculuklar güçlendiriyor. Haluk Bilginer ustalığını konuşturmuş, Demet Akbağ da her zamanki gibi rolünü doldurmuş; dahası onun komedi filmlerinde ciddi bir tecrübesi bulunuyor. Komedi kökenli (Bir Demet Tiyatro) olması dışında son yıllarda BKM yapım vesilesiyle birçok komedi filminde oynadı, güncel komediye de hakim…. Elçin Sangu ve Alican Yücesoy fazla öne çıkmıyorlar. Sangu aşk üçgeni dolayısıyla merkezde görünüyor fakat bu bir Adem ile Leyla filmi! Yüzüyle bir yer dolduruyor Sangu… Fırat Tanış’a ise biraz ayrıntılı değinebiliriz. Tanış, Tramvay (Olgun Arun, 2006) filminden beri her an patlamaya müsait tekinsiz adam rollerinin altından kalkıyor, hatta bu tür roller için onun oyunculuğunu en verimli ifade ettiği roller diyebiliriz. Mahdum karakteri de biçilmiş kaftan! Aslında bu noktada Ezel Akay’ın iki oyuncuyu nasıl yönlendirdiğine değinmek yerinde olacak. Akay, Bilginer ve Tanış’ı ideal oyunculuklarıyla işlemiş. Drama ve komedi performanslarını iç içe geçirmiş. Tanış’ın aklına estikçe çevresindeki kişileri öpmesi Geniş Aile‘deki Koyu Bilal rolünü hatırlatıyor. Bilginer’in bol jestli çıkışları ise Tatlı Hayat‘ın kuru temizlemecisi İhsan‘ı çağrıştırıyor. Fakat oyuncular tek bir tipe saplanmıyor. Bu, yönetmenin meziyetidir zira oyuncuya alan açmak yönetmenin işidir. Akay oynatmasının yanı sıra kendisi de oynamış. Onu izlemek keyif veriyor, keşke cehennem bekçisi rolünü daha uzun tutsaymış!
*
Sözü toparlarsak Akay’ın dönüşünde bazı kaygıların bazı sorunlara yol açtığını öne sürebiliriz. Akay elbette kendi tarzını sürdürmek, ritmini ve formunu korumak istiyor ancak uzun metraj bir kurmacaya elini sürmeyeli (son 11 yılda) çok şey değişti! Platformun sinema salonları ile giriştiği üstünlük mücadelesi bu değişimlerin başında geliyor. Güncel komedinin de çıtasını artık yerlere serdiği, berbat yapımların birbirini izlediği bir dönemden geçiyor, arada sırada iyi iş çıkarsa öpüp başımıza koyuyoruz! İşte bu koşullarda Akay’ın ağırlığını koyması zaman alabilir. Zaman dediysem de işte bir sonraki filminde güzel bir masal bekliyoruz kendisinden! Arayı çok açmaması dileğiyle…
Haydar Ali Albayrak