Keyfi bir açıklama: Cinsiyetçi gibi suçlamalar gelmeyecekse, şayet topa tutulmayacak, lince neyim uğramayacaksam atalarımızın bir yargısını hatırlatarak başlamaktan yanayım! Bazı mesleklerin tövbe tutmayacağını yahut ancak belli bir yol ayrımına değin tövbe tutacağını söylemişler ya hani… Aslında ne ayıp! Kesinlikle katılmıyorum bu türden bir ata görüşüne fakat dil işte, kemiği yok; yaşıyor hatası, günahıyla, tüm o koşuşturmasıyla yaşayıp gidiyor. Politik doğruculuğa ve akıllı telefon ekranı duyarlılıklarına pek aldırış etmeksizin. Peki yargının konumuzla ne ilgisi var? Şu ilgisi var. Eleştirmenlik de tövbe tutmayan mesleklerden, takdir edersiniz. Ben de kısa süre önce “ara veriyorum” demiştim ancak verdiğim ara kurbağayı bile ürkütmedi, dahası fırlattığım taş, kör talih işte, göldeki bir kaya parçasından sekip sıçrayıverdi kafama! Kendi omzuma kuş kondurdum, lafımı çiğnemiş oldum anlayacağınız. Şimdi bari o lafı basayım başıma ekmek niyetine, şişmesin taşın berelediği yerler!
*
Döndüm, Queen’s Gambit ile… Bir müddet övüldü bu Netflix yapımı. İşte şöyle, işte böyle! Önerildi, “iyi iştir” dendi, hakkından ve arkasından epey temiz konuşuldu. Bir bakayım dedim, numarası var mı? Hem mini diziymiş, fazla sünmez, geçinir gideriz, derken bitirdim de fakat bu dizide tam olarak ne beğenildi, ne bu kadar abartıldı kavrayamadım doğrusu. Demek benim göremediğim şeyler var.
Bıktırmayan tekdüzelik… Klasik anlatı ve şemalar, temalar, kareler…
Efendim, Queen’s Gambit bir dönem işi, 60’lar Amerikası’nda geçiyor. Kentucky’li kızımız Elizabeth Harmon (gençliğini Anya Taylor-Joy canlandırıyor) bir yetimhaneye bırakılıyor. Bizdeki Darüşşafaka’nın Hristiyan öğretisini benimsemiş muadili diyebiliriz. Burada “sıkıcı” eğitimine devam ederken, ailesi tarafından terk edilişinin ve parlak zekasının etkisiyle zararlı-zararsız bazı alışkanlıklar ediniyor. Öğrencilere eğitimlerinin bir parçası biçiminde hatta vitamin diye sunulan uyuşturucu haplar Harmon’ı pençesine alırken hep kötü şeyler olacak değil ya bu kez satranca merak sarıyor kızımız! Sınıfın tahtasını silen Harmon’ın asıl görevi bu silgiyi okulun bodrumunda temizlemek, tebeşir tozunu silkmek. O tatsız vazifesi esnasında hademe Shaibel (Bill Camp) ile tanışıyor. Hademe ona satranç öğretiyor ve birden hızlanıyor anlatı… Çocuk keşfediliyor, meziyetinden bağımsız olarak “sorunlu” bir aile tarafından evlat ediniliyor. Bu yeni ailede kısa süre içinde baba evden kaçıyor henüz baba figürü olgunluğuna erişmeden, anne alkolik, sürekli hasta… Kızın eski yaşamının bir kopyası çıkıyor adeta. İlerleyen bölümlerde öğreniyoruz ki Harmon’ın öz babası da onu reddetmiş, öz annesi ise daha fazla dayanamayıp terk etmiş. Üstelik kızın varlığını hata sayarak! Bu kez üvey anne Alma Wheatley (Marielle Heller) dirayet gösterip kıza sahip çıkıyor, elbet kendi meşrebince… Bazen kendi geleceğini garanti altına almak için menajerliğini yaptığı Harmon ile yüzde pazarlığına oturabiliyor. Ama genel anlamda menajer veya anneden ziyade dost oluyor Harmon’a. Tüm hikayeyi anlatacak değilim ya mevzu bahis diziyi “anlatmak” dışında ne yazılabilir, inanın onu da bilmiyorum. Zira hayli yavan, katmansız, kolay tüketilir bir öykü Queen’s Gambit! Konu aldığı satranç gibi bir yönüyle matematiğe, 64 kareye sadık. Satranç oyuncusu nasıl tahtayı zihninde soyutlayabiliyor, yeri geldiğinde zehir zemberek hamleler yapabiliyorsa Queen’s Gambit de dizi matematiğini yalayıp yutmuş ve ortaya kurallarına uygun, düşmez kalkmaz, makine sadeliğinde bir anlatı çıkmış. Bizi şaşırtmıyor hiç. Daha ilk sahneden son sahneyi az buçuk kestirebiliyorsunuz. Ki bu büyük meseledir esasen ve bana göre dizinin tek şaşırtıcı yönüdür! Diziyi merkezine aldığı satranç oyunuyla bir tutarsak açılışıyla da bitirici vuruşuyla da hiçbir yenilik arz etmiyor diyebiliriz. Harmon gibi rakibinin hamlelerini yönelik sezgisel, doğaçlama bir özgünlük sergilemiyor ama bir formülü harfiyen uyguluyor ve şu soruyor dayatıyor ilginç bir şekilde: Bir formüle duyulan sonsuz sadakat, başarıyı ne ölçüde garantiler? Malum, Stefan Zweig‘ın popüler Satranç öyküsünde de “oyun” başarının ve başarıya giden yolun bir anahtarı anlamına kavuşuyordu çok geçmeden. İki karakter çarpışıyordu orada da. Bir nevi makine ile insan prototiplerinin karşılaşmasını toplumsal uzlaşma kazanıyordu, başka bir deyişle her ikisini de yaratan kolektif bilinç. Bir yenilgi bir zafere eşti; kusurlar, zaaf ve travmalar kazanca bağlanırken kaybeden taraf insanlığı kazanıyor, yahut insanlığa geri kazanılıyordu. Bu öykü aslında öte yandan kişisel dehanın yenilgisi de sayılabilir. Her ne kadar günün sonunda insan ve insani deneyimler kazansa bile onu doğuran koşullar toplumsaldır ve yetenek geri çekilmiş, daha doğrusu eşlikçiliğe indirgenmiştir, esas olan insani gelişim ve tecrübelerin yaşanış biçimidir. Başarı meselesinin güncel tartışmasını Queen’s Gambit’ten takip edebileceğimizi düşünüyorum. Dizi Zweig’ın öyküsündeki yolu izliyor, koşulların başarıya mahkum kıldığı bir karakterimiz var yine. Beth Harmon’ın yegane farkı kadınlara varoluş hakkı tanımayan bir spor dalında oyunu bir kadın kahramana kazandırması, sözlerini ona söyletmesi….
İnsanlığın abartısı ve bir Amerikan anlatısı olarak başarı
Kadının öne çıkışına, dizinin matematiğine ve soğuk savaş esintilerine gelmeden, başarı mevhumunu kısaca konuşma taraftarıyım. Daha sık zekanın bir lanet olup olmadığını tartışırız ancak benzer bir sıkıntıyı başarı için de uyarlayabiliriz sanırım. Başarı bir lanet midir? Hatta daha açık olalım! Nedir şu başarı dedikleri illet? Kuşkusuz işin felsefi boyutuna çok fazla girmeyeceğim; ucundan kıyısından eğlenmek, başarı gölüne uzanıp yüzüme iki su çarpmak niyetindeyim. Göl demişken Narkissos söylenine değinmeden geçemiyoruz. Karşı cinsin aşkına (daha geniş bir okumayla insanın iletişim teşebbüsüne) karşılık vermeyen kahramanımız bir su kenarında kendi silüetine aşık oluyor, sonrasında lanetleniyor ve kibrinin gazabına uğruyor. Belki başarı gölü de lanetlenmemize yol açan bir yanılgı birikintisidir! Neden olmasın! Hem başarı dediğimiz şey, özünde “iyi hissetme çabası” değil midir? Veya birazcık da var hissetme kaygısı… Tüm bunların toplamında bir çeşit eylenme, koordinat belirleme ve tutunma saplantısı… Oysa başarı, insanın hikayesiyle öyle hemhal olmuş ki edimlerini onunla ölçüyor, varlığını onunla pekiştiriyor, kimliğini onunla tanıyoruz. Başarının bir yaşamı gasp edişi ve böyle kendinden emin davranması onun bilincimize şımarık bir şamar olarak dönmesine zemin hazırlıyor. Başarıya göre yaşıyor, başarıya göre ölüyoruz. Eşek ölüyor kalıyor semeri ve insan ölüyor kalıyor eseri… Eserin, üretimin başarıyla örtüştürülmesi, yapma’nın o yapıcı hazlarını ekşitirken amatör ruhun, gölün kıyısında hamak kurmuş sallanan bir ruhun esenliğine nadiren rastlanıyor. Başarmadan var olmanın güçlüğü çıkıyor karşımıza. Beth Harmon’ın öyküsüne sapalım. Mesela Harmon başarmasa bir öyküsü olmayacaktı. Zira başarı öyküleri Amerikan anlatısının en güvenli limanlarındandır. Burada kastettiğim başarı, dizinin finalindeki pozisyondan ziyade Harmon’ın varoluşu… Başlı başına, en salt anlamıyla var oluş… Bir dalda, (kıyasa imkan veren bir dalda diyelim) insan türü içinden sıyrılıyor Harmon ve böyle var oluyor. Başarı öykülerinin güzellenmesinde yine bir hile göze batıyor. Bir yol tasavvur ediliyor başarıya dair, ulaşması zor, çekilecek cefalarla, kimi sarsıntılar yüklü… Geçmişin gölgesi ve geleceğin spotları altında… Başarı, inişi çıkışıyla hayatın kendine endekslendiğinden bir gidişat olarak algılanıyor yahut bir gelişmeler silsilesi… Bir çizelge… Tahtaya ve powerpointe gelir cinsten… Bu durum görsel kompozisyonun ilerlemeci ve manipülatif seyrine de uyum sağlıyor. Akıyor zaman ile anlatı, yürünüyor hayatın ve başarının eş güdümlü güzergahı; alın size heyecan, alın size gerçekçilik! Alın size özdeşleştirme imkanı! Daha ne arıyorsunuz, belanızı mı?
Platformda popülizmin üç atlısı: Güçlü kadın, soğuk savaş ve zeka!
Amerikan oyununa tekrar döneceğim, evvelinde dizinin şu üç temeline değineyim: Güçlü kadın söylemi, soğuk savaşa dönüş konsepti ve zekanın yitip tükenmeyen cazibesini sömürme. Aslında bu üç temeli yan yana dizdiğimizde Netflix mantığının en azından bir damarını çözmüş oluyoruz. Amerika’nın bu en büyük online yayın şirketi günümüz gerekliliklerini yerine getiriyor. Popüler bir hareket destekleniyor (veya bir hareket popülist kaygılarla destekleniyor), küresel ekonomik krizin giderek derinleşmesi sonucu soğuk savaş canavarı hortluyor; öte yandan ele avuca sığmaz ve ilgi çekici yanıyla “zeka” dediğimiz insan vergisi sektördeki vazifesini yerine getirip seyirciyi uyuşturarak bakılan cambazı karakterize ediyor. Halbuki kadın kahramanın başarısı yenilik falan değil, hele “başarılı kadın” portrelerinden iyi kar edildiği, kadın bedeninin ardı sıra zeka ve başarısının da metalaştığı bir dönemde! Ya anti komünizme ne demeli? Mini dizilerin emperyalist cephanelikte ideolojik silaha dönüştürüldüğünü gözlemliyoruz. Çernobil dizisi (HBO, 2019) konu aldığı felaketin faturasını doğrudan Sovyetler’e kesiyordu. Ki bazı noktalarıyla haksız oldukları söylenemez. Mesela yakınlarda yayınlanan bir mini dizi daha var: Midas’ın Müritleri. Jack London‘ın öyküsünden uyarlanmış o dizi de birçok sosyal sorunu işlerken Suriye devletinin savaş suçuyla açılıyor. Elbette Suriye devleti suç işlemiştir, zira devletleri ayakta tutan biricik “zaaf”larıdır suça bulaşmak, ancak meselenin yalnız o yönünü görmek pek objektif bir yaklaşım sayılmaz. Bunlara benzer şekilde yetim bir kızın satrançta gösterdiği olağanüstü yetenek de dönüp dolaşıp soğuk savaşa bağlanıyor. Dönem 60’lar… Her alanda rekabetin sürdüğü, tehditlerin bir kutuptan diğerine savrulduğu 60’lar… Satrançta Ruslar için “yenilmez” deniyor dizide ve vurgulanıyor dayanışma sayesinde başarı kazandıkları… Özellikle final bölümünde Amerikalı satranç ustalarının da dayanışmaya girerek, gördükleri ilk anda küçümsedikleri, rekabete girdikleri Harmon’ı güçlü Rus oyuncu Vasili Borgov (Marcin Dorocinski) karşısında canla başla desteklemeleri bir soğuk savaş motifi olarak değerlendirilebilir. Peki bu noktada Rusların yeteneğini açıklayan argümana ne demeli? Ruslar makine gibi oynuyormuş! Soğuk Savaş ruhunu daha canlı hissediyoruz, eğleniyoruz değil mi! Ruslar hep soğuk iklimin renksiz milleti biçiminde anlatılmadı mı? Bilhassa Sovyetler’in, insanı ezdiği düşünülen şehir mimarisinden gulag yaşamına, bürokrasisinden bireycilik karşıtı kültür inşasına artık bir efsaneye dönüştürüldüğünü, öcüleştirildiğini biliyoruz. Eleştirmekten ziyade saldırmanın aracı oluyor bu tür yargılar ve kuşkusuz kara propagandaya alet ediliyorlar. Ancak ilginçtir Harmon Rusya’da sevgiyle karşılanıyor. Yanına verilen korumanın tüm uyarılarına rağmen halkla kaynaşıyor son sahnede ve satrancın ancak gündelik hayatın bir parçası kılındığı müddetçe anlamını koruyacağını, geniş kitlelere ulaşabileceğini ilan ediyor, O şahların, vezirlerin gerçek yaşamda piyonların eline değmedikçe oyunun toplumsallaşamayacağını… Fakat bu son sahne dizinin ideolojisinde bir kaymaya vesile değil yahut Harmon’ın sponsorluk karşılığında dindar bir dernekle anlaşıp Sovyetler’i karalamaya yanaşmaması. Bunlar şık şeyler, yalana ne hacet! Fakat, nasıl denir? Öz biraz karanlık! Öyle ki insanların Harmon’ın her maçı sonrası ondan imza istemesi bir misafirperverlik göstergesi gibi değil de “ötekine beslenen nedensiz hayranlık” biçiminde aktarılmış ve kadın satranççı da Coca Cola ve porno ile aynı kültür pazarının ikonu haline gelmiş; işlevi, reklam performansı artırılmış. Aslında bir diğer deyişle prodüksiyon harikası olmuş Harmon! Bu kadar şova gerek var mı (evet, bu bir dizi olsa bile) tartışılır. Bir Amerikalı bir Rus’u yenebilir. Tersi de mümkün… Müsabakadan bahsediyoruz yahu, kim kimin bileğini bükerse! Üstelik bir romandan uyarlanan dizi ilhamını, gerçek bir olaydan, Amerikalı Bobby Fisher‘ın 1972’de Rus Boris Spasski‘yi yenip dünya şampiyonu olmasından alıyor. Yani ne var bunda bu kadar büyütecek! Sen onu yenersin, o seni yener! Yenin işte birbirinizi kardeş kardeş! Tabi kapitalizmin rekabetçi algısı soğuk savaşla buluşunca ortaya acısı tatlısıyla bir yarış kaldı. Uzay çalışmaları, nükleer ilerlemeler, sportif faaliyetlerde boy ölçüşme çabası… Queen’s Gambit de bu savaşa satranç tahtasından katılmış, bit pazarına konfeti yağdırmış! Diziyi bununla sınırlarsak… Doğru bildiniz, haksızlık ederiz! Bize başka şeyler de söylüyor Queen’s Gambit…
Fast food tipi hikayeciliğin direnişi ve ortalama seyircinin vasata duyduğu tutku
Açıkçası ilgimi çeken kısmın dizinin matematiği olduğunu söylemeliyim. Matematiği ile bize bir mesaj verdiğini düşünüyorum. Hollywood’un ve devamında/aynı ölçüde tüm bir drama sektörünün, özetlersek Amerikan anlatısının, biraz teorize edelim dersek o anlı şanlı kültür endüstrisinin güvenilir limanlarından söz açmıştım demin. Esasında böyle bir liman yok, böyle bir anlayış var. Pazarda rasyonel tutum sergileme geleneği de diyebiliriz artık reflekse dönüşmüş sermayedar birikimine. Amerika’nın gösteri gemisi yolculuğuna çıkalı, bir kültürel kutup çizmeye kolları sıvayalı kıyıya yanaşacağı sıra hangi liman uygunsa ona demirliyor. Bu limanlar her dönem değişebiliyor. Mesela comic evrenlerin vizyon hakimiyeti seyircinin bir kesimini üzmeye mi başladı, Amerikan anlatısı da ilk görkemli dönemine, dönem işlerine teveccüh gösteriyor. Sanat yönetmenliğini kusursuz kılarak, odağı (Harmon’ın başarı öyküsünü) şirin ögelerle besleyerek, şık kıyafetlerle örneğin. Yarın bu da sıkarsa tenis sporunda başarı öyküleri izleriz. Bir Hintlinin yükselişini mesela… Slumdog Milyoner‘in bir benzerini; bu kez zengin olma hikayesini değil de zengin sporu’ndaki çelişkisini… O da mı sıktı? Bir gazeteci idealist tavır sergiler, bir yolsuzluğu, bir skandalı ortaya çıkarır falan. Böyle gider bu iş. Amerika’da oyun bitmez! Bitmez ya Queen’s Gambit’e yönelik ilgi sektörün anlatı bağlamında yeni bir rüzgarı ardına aldığı bir döneme denk geldi. Sosyal adaletsizlik anlatılarının… Bu durum her şeyden evvel şu anlama geliyor: Seyircinin ezici bir bölümü ne çizgi roman basitliğine kaçmak istiyor ne de yoksulların elini kana buladığı iç karartıcı suç öykülerine… Onlar hala parlak dönem işlerinden, yükte ağır, pahada hafif tırmanış öykülerinden zevk alıyor ve Queen’s Gambit bazı kalıpların sanıldığı kadar kolay kırılmayacağını, bazı iskelelerin ise hiç devrilmeyeceğini ifade ediyor.Taşra Kızı Harmon ve Satrancın gördüğü ilgi üzerine Elizabeth Harmon her şeyden önce Amerikan başarısını temsil ediyor. Amerikanın bir ulus olarak inşasına benzer şekilde sonradan gelenin, açılıp serpilenin öne geçmesi efsanesine… Düz görünenin, saklı cevherin hikayesi Harmon. Nerelerden, kimler yetişiyor değil mi ya! Tam da bu noktada Harmon’ın kadınların var olamadığı bir sporda göze soka soka var olması, duvarları yıka yıka ilerlemesi aksettirildiği üzere kaba bir feminizm propagandası değil de taşralının aşama kaydederek evvela şehre, oradan ülkeye ve dünyaya açılması anlamında alınabilir. Burada Harmon karakterinin başarı anlatısında iyi işlendiğini söylemeliyiz çünkü dizi başarının yanı sıra fetih mevzusunu da yansıtıyor. Harmon her ne kadar Sovyetler’i karalamak yerine işine odaklansa dahi onun Rusya’daki kazanımları, halktan gördüğü “orantısız ilgi ve sevgi kuşkusuz bireyini özgür bırakan, ona fırsat eşitliği tanıyan Amerika söylemini perçinliyor. Amerika da Harmon şahsında, zorlukları yaratan ülkeden (bir kadın satranççıyı küçümseyen ve çarkın dışına iten işleyişiyle) zorlukların aşılmasına hamilik eden ülke konumuna yükseliyor. Win-win durumu…
Harmon’ın tutarsız ilerleyişi ve dizinin faydaları
Harmon karakteri sağlam bir iskelete kavuşurken gövdenin geri kalanı aynı titizlikle örülmemiş duruyor. Söz gelimi bağımlılık, sosyopati gibi bazı dayanakları var fakat bunlar ne denli Harmon’a ait ne denli onun dışında kestiremiyoruz. Uyuşturucu aldıkça gözlerini tavana dikip olağanüstü bir hızla oyunu okuyan Harmon tahtayı tavana çakabilen Harmon maçlarını böyle mi kazanıyor yoksa ayıkken daha iyi iş mi çıkarıyor belirsiz. Birkaç defa alkol ve uyuşturucunun oyununu olumsuz etkilediğini vurgulasa bile, üstelik amansız Rus rakibi karşısına ilk kez çıktığında akşamdan kaldığı için maçı kaybetse de oyunda yükselişini zihnini serbest bırakan o mavi haplara borçlu olduğunu biliyoruz. Bir diğer muamma ise Harmon’ın bir sosyopat olup olmadığı… Okulda sosyopat bir Harmon çıkıyor karşımıza, kimseye minnet etmeyen, gerekirse hırsızlık yapan, sınır tanımayan, hani az da olsa (hayatta kalmasına yetecek kadar) dostluk geliştiren bir Harmon ancak ergenlik sancıları ortalama bir genç kadınınkinden farksız… Cinselliğe yöneliyor, yaşıtlarına özeniyor. Hangisi gerçek Harmon? İlk öğretmeninin (hademenin) hediye ettiği oyuncak bebeği çöpe atan mı yoksa parlak kıyafetlerin cazibesine kapılan mı? Her ikisi de mi? Bu değişkenliği karakterin gelişimi biçiminde mi ele almalıyız? Uyum sorunu yaşayan bir çocuğun bir anda şeytan tüylü bir gence dönüşmesi doğal mıdır? Başından sonu belli bir mini dizide karakterin tutarlılık yönünden izlediği yollar dert edilmeyebilir, önemli olan asıl meseleye hizmeti… Harmon kabuğunu kırarken, aynı esnada… Bir: Amerikan insanı yükselecek mi? Bireysel gelişim rüyasının propagandası yapılacak mı? İki: Amerikan özgürlükçülüğüne halel getirilecek mi? Karakterimiz bu soruları elinden geldiğince olumlu yanıtlıyor. Peki Soğuk Savaşa doğru doludizgin at süren Queen’s Gambit’in ne tür faydaları oldu? Satranç takımı siparişinde patlama yaşanmış mesela. İnsanların satranca yönelmesi fena bir gelişme sayılmaz deyip sözü noktalayalım!
Haydar Ali Albayrak