WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

50 Metrekare, Depo Olarak Kullanılabilir. Netflix’ten Kiralık…

Sene olmuş 2021! Online platformlar yeni bir dil arıyor, yeni denemeler yapıyorlar; hani belki Batıyı biraz geriden takip ediyoruz, Doğu’nun birkaç boy önünde koşuyoruz falan tartışılır ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Netflix Bir Başkadır ile ağzımıza çaldığı bir parmak balı kepçeyle almaya niyetlenmiş! İlkin formsuz bir Ezel Akay‘ın yönetiminden çıkma 9 Kere Leyla‘yı yayınladılar ardı sıra Azizler‘i izledik. O da ne platform ne salon seyircisine pek fazla şey sunmuyordu. Üstelik oldukça az sinema filmi çeken, genellikle televizyona iş yapan Taylan Biraderlerin çıtasını düşürüyordu. Hadi bunlar tamam diyelim. Üzerine 50 metrekare dizisi geldi! Ama geldi demek yetmez! Tüy dikti! Hani dizideki kahraman Gölge, -mahallenin ona verdiği adla Adem- sürekli olarak “daha kötü kokan bir yere girmem diyorum ama her seferinde giriyorum” diyor ya biz de “Netflix’te daha kötü bir yerli yapım izlemeyiz herhalde” diyoruz ama her seferinde yanılıyoruz. Bizi bu kez 50 m2 ile şaşırtmayı başarmış platform… Deyip diziye geçelim.

Karton karakterler ve çoktan kentsel dönüşmüş mahalle

50 m2 her şeyden evvel kafası karışık bir yapım ve esas sıkıntı anlatının birkaç türe birden meyletmesinin yanı sıra karakterlerinin büyük ölçüde karton kalması ve işlenen konunun miadını doldurmuş olması… Uzun lafın kısası komedide adını duyuran, rüşdünü ispatlayan Burak Aksak ve Selçuk Aydemir‘e yakışmamış 50 m2… Peki neden? İki isim kendi tarzlarını sürdürseler bir ihtimal ortaya güzel bir yapım çıkabilirdi ancak Netflix kanununa yenik düşerek öykülerinin baş köşesine silahlı, yakışıklı bir kahraman kondurmuşlar. Bugüne değin defolu kahramanlarla öykü kuran, başarıyı böyle sağlayan ikili elindeki Gölge’nin gölgesinde kalmış maalesef veya şöyle ifade edelim: Gölge cisme uymamış! Kendi tarzlarını sürdürseler dahi “bir ihtimal” dedim. Neden bu kadar karamsar olduğuma ileride değineceğim ama şimdi varsayımları bir kenara bırakıp mevcut anlatıya eğilelim. Evvela izlemeyenler ve izlemeyecekler için öyküyü kısaca özetleyelim. Gölge (Engin Öztürk), “geçmişi çalınmış”, bir anlamda gölgeliğe mahkum edilmiş, peynir ekmek gibi kimlik değiştiren karanlık bir adam, açıkça ifade edersek tetikçi… Kendisini kurtarıp yetiştiren Servet Bey (Kürşat Alnıaçık) için çalışıyor. Servet Bey silah kaçakçısı (bu aralar silah kaçakçılığı pek moda) Gölge’nin dışında cevval bir avukat (Özlem-Tuğçe Karabacak) ve Leke adını kullanan iri kıyım bir katille hareket ediyor. Bu Leke (rolü Camoka ile tanıdığımız, onunla özdeşleşen Hasan Yalnızoğlu canlandırıyor) katilin de katili anlayacağınız. Bir tür sağlama hamlesi… Gölge geçmişini araştırdıkça Servet bunu engellemeye çalışıyor. Nedir ki kader ağlarını örüyor ve Adem adında, kendisi de ailesiz büyüyen bir gazeteci Gölge’ye geçmişini teklif ediyor. Elbette karşılıksız değil. Gölgeden Servet’i bitirecek görüntüler karşılığında… Sonra ilerliyor işte, çok fazla anlatıp Spoiler canavarını uyandırmayalım! Gölge Servet’le düşman olup gazeteci Adem’in kimliğine giriyor. Tesadüf ya tam o sırada Adem’in hiç tanımadığı, gençlik fotoğraflarından hasret giderdiği babası yoksul ve kentsel dönüşümün hışmına uğramış bir mahallede kendi halindeki terzi dükkanında bir gece vakti yığılıp kalıyor. Kalp krizi… Haydi bakalım! Baba Adil oğluna kavuşamadan ölüyor fakat Gölge bu kez oğul Adem’in yerine geçerek mahalleye taşınıyor. Başlarda kaçmak istese de bu yoksul ve samimi ortama kanı ısınıyor. Bu ortamdan da kabaca bahsedelim. Dededen kanına muhtarlık işlemiş, adı bile Muhtar olan muhtar (Cengiz Bozkurt) “gelinlik çağdaki kızı” Dilara (Aybüke Pusat) küçük oğlu ve kaynanasıyla yaşayıp gitmektedir. Yardımseverdir dahası bu mahallede insanların büyük bir kısmı iyidir. Kötü yanlarsa mahalle şartlarını düşündüğümüzde “sevdiğini kıskanmak” altında yumuşatılan kıskançlık, patavatsızlık gibi şeylerdir. Onlar da bir biçimde dengede kalmakta, insanlar birbirlerinin açığını kapatmaktadır. Hikâye buradan itibaren gelişiyor. Biz de hikâyeyi rahat bırakıp yavaştan dizinin sorunlarına yönelelim.

50 m2’de mahalle, aksiyon, samimiyet, entrika, aşk, kentsel dönüşüm, cinayet, ihanet… Gel vatandaş gel!

Sorunlara başlarken bir kez daha 50 m2’nin kafası karışık bir yapım olduğunu vurgulamalıyız. Bir anlatı türler arasında gezebilir, bu gayet doğaldır. Biraz güldürüp biraz korkutabilir, üzebilir, şaşırtabilir. Günümüz eğlence dünyasında, duyguların türler üzerinde hakimiyet kurmasıyla daha doğrusu tür anlatısının esneklik kazanmasıyla oradan oraya akan çeşitli öyküler izliyoruz. Ancak şu da var ki dediğimiz durum manevra kabiliyeti istiyor, iki türü gösterip de sonunda sıtmaya razı etmeyi değil. 50 m2 “komik olduğunu zanneden”, kendi yaşam standartları olan bir katilin tanıtımıyla açılıyor. Seyirci diyor ki iyi bari bu adamın komik olduğunu zanneden hareketlerine katlanacağız, eh buna da şükür! Fakat aksiyonla başlayıp karanlık ve acımasız bir dünya resmeden 50 m2, Gölge’nin Güzelce Mahallesine sığınmasıyla yerini sıcak mahalle anlatısını terk ediyor. Bundan sonra evet, cinayetler de işleniyor, pis işler, türlü dolaplar da dönüyor ama odağımız hep bu mahalle ve bu mahalledeki ilişkiler oluyor. İşte bu durum seyircinin Muhtarı gördükten sonra Servet’i yahut diğer kötü adamları ciddiye almamasına yol açıyor ve tam bu noktada Gölge’nin geçmişine ait tüm karakterler inandırıcılığını yitirerek birer kartona dönüşüyorlar. Oysa mahalle de “bu tür adamların devri kapandı” dediğimiz, iyi insanların yadırgandığı bir yer ve orada da inandırıcılık bakımından yavan kompozisyonlarla karşılaşıyoruz. Bu iki alanın karikatürize olup ıskartaya çıkmasına öykünün ana hattındaki aşk öyküsünün zayıflığı ve baş kahramanımız Gölge’nin oturmamışlığı da eklenince Hakan Muhafız‘ın işte arada sırada güldüren versiyonuyla idare ediyoruz.

Muhtar ve patavatsızlığıyla bilinen yakın arkadaşı terzi dükkanın önündeler…

Şu ana kadar sadece kötü şeyler söyledik, buna karşın iyi şeylere geçemiyoruz. Kötü şeylerden devam edelim! Gölgenin oturmamış bir karakter olması hikâyesindeki savrukluktan meydana geliyor yani yapısal bir problem ve çözümü epey güç… Gölge nereye giderse gitsin savruk hikâyesini de taşıyacağından -neticede o hikâyenin gölgesi- bu sorun çözülmeyecek. Ne denebilir? Platform dizilerinde karakterleri bir basketbol koçu gibi yönetmek gerekiyor belki de. Bazen mola alıp kenara çekmek, kulağını çekmek, önüne bir tahta koyup yeni taktikler çizmek gerekiyor. Kervan yolda düzülüyor mu? Kuşkusuz düzülüyor ancak bu düsturun yeterince kolaylık sağladığını söyleyemeyiz. Kervanın yola çıkarken taşıyabileceği kadar yükle hareket etmesi hayati önem taşıyor, aksi takdirde “haramilerin en ufak bir saldırısında” tüm düzen darmadağın olabiliyor. Platformlarda karşımıza çıkan yerli yapımlar da taşıyabileceğinden fazlasını sırtlayınca böylesi yol kazaları kaçınılmaz hale geliyor. 50 m2 dizisi de ne anlatacağını, nasıl anlatacağını hesaplamadan yola çıkmış görünüyor. Bu gözüpekliğini ise sanırım “nasılsa hazırdan yerim” düşüncesine borçlu. “Zaten mahalle sever bizim izleyicimiz” kolaycılığına silah külah, karanlık işler eklenmiş. Kentsel dönüşüm söylemiyle politik bir arka plan sos niyetine kullanılıyor. Oldu da bitti! Ama olmamış ve bitmemiş… Bitmez de… İlginçtir Aksak ve Aydemir bir tedirginlik taşıyorlar. Onlar da sanki farkında uyumsuz bir anlatı tutturduklarının, sanki tesadüflere de bu yüzden sıkça başvuruyorlar. İşte finale doğru karşımıza çıkan “ikinci şans” mevzusu böyle yorumlanabilir veya gazeteci Aslı’nın Gölge’yi açık etmemesi… Anlatıdaki bu tercihler hayatın akışına tamamen aykırı sayılmasa bile sırıtabilecek tesadüfler… Dizinin finaline dair birkaç şey söyleyip mahalle’ye ve karakterlere geçmek istiyorum.

Hareketli hafif” anlatının dengesini tehdit eden final

Aslında 50 m2 iyi bir isim, anlatının kıyısı köşesinde kalan bir ayrıntıyı afişe taşımışlar ancak terzi dükkanına biraz daha oynanabilir miydi? Dükkandaki metre kareler üzerinden tek tek gidilebilir, öykünün sembolik bir kısmı buraya ayrılabilir miydi? Bilemiyorum. Aksak ve Aydemir’in kararı… Bir bildikleri vardır. Dizi iki vurdu kırdı, yaralama-cinayet, iki samimi nutuk, tatlı mahalle çekişmeleri ekseninde ilerlerken üstelik dengede duramazken bir de ağır bir final gelmiş. Uygur Kardeşlerin bir zamanlar sunduğu Şahane Cumartesi eğlence programında bardak çekme oyunu olurdu yahut bir kutu oyunu var hani Jenga diye… Öykü o oyunlardaki gibi “ha düştü ha düşecek” derken üstüne en ağır parça konmuş sanki. Birkaç “dostlar alışverişte görsün” kabilinden yüzleşmeyi, açıklamayı saymazsak ilk yedi bölümdeki düğümleri çözmekten yoksun ve duygusal yönden hayli yüklü bir final bekliyor seyirciyi. Bu final dizinin geri kalanındaki o “hareketli hafifliği”, aksiyona dayalı mahalle mizahını ve politik eleştiri sunmadan sığ söylemler kullanma çabasını da boşa düşürüyor. İlk yedi bölümde bütün kurşunlar sıkıldığından finale kurşun kalmamış, haliyle yumruklarla kafamıza vura vura derdini anlatmaya başlamış dizi!

Mahalledeyim ya! İşte halı saha, çocukluk aşkı falan…

Geçelim mahalleye…. Nedir bu mahalle yahu? Burak Aksak Leyla ile Mecnun‘un yaratıcısı. O da belki televizyon dünyamızın hatırı sayılır son mahalle dizisi olarak nitelendirilebilir. Diğer yandan Aksak’ın muğlak bir samimiyet söylemini de ete kemiğe bürüdüğünü söyleyebiliriz. Bana Masal Anlatma‘da, Kara Bela‘da yine mahalleyi ve Cengiz Bozkurt’u öne sürerek kendine has bir samimiyet tarifi yapmıştı. Fakat mahalle anlatılarının kökeni modern eğlence dünyanız için söylersek Yeşilçam’a değin uzanıyor ve öte yandan Leyla ile Mecnun’da tadına doyamadığımız o absürt dilin de 60’larda denediğini görüyoruz. Mahalle her zaman sevildi Yeşilçam’da… 70’ler ve 80’lerde de devam etti sevgi. Elbette bu dönemlerde farklı renkler karıştı mahalleye. 70’lerde erotik filmler çekildi, 80’lerdeyse mahallede bu kez arabesk ve çeteleşmenin izleri takip edildi. Mahalle televizyonun da elini güçlü kılan unsurlardandır. Perihan Abla, Süper Baba, İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Ekmek Teknesi… Nice dizi sayılabilir. Şunu da söylemek gerekir ki “mahalle samimiyeti” üzerinden bir öykü anlatmak, sitcomlara karşı bir tepki barındırıyordu. O yüzden mahalle komedileri bu ülkenin topraklarına ait olarak sunuldu hep. Aksak’ın ve Aydemir’in mahalleyi yeniden keşfettiğini söyleyemeyiz ama ona yeni bir bakış kattıkları da ortada… Mahalle iyidir evet ama her zaman çalışır mı? Her mecrada çalışır mı? Onur Ünlü‘nün ilk yerli platform yapımı örneklerinden olan Dudullu Postası da bir mahalle öyküsüydü ve Serkan Yılmaz‘ın mizah köşesinden yola çıkmıştı, iş yapmıştı ama öncüydü, bir deneme mahiyeti taşıyordu ayrıca karikatüristlerin mahalle öykülerindeki başarısı Geniş Aile dizisinden de kanıtlanmıştı. Bilindik bir yerden yürüdü, başarı kazandı. Ancak aynı şeyleri Aksak’ın mahalle dizisi için söyleyemiyoruz çünkü “yıkıma alternatif yollardan direnmeye çalışan mahalle”yi yine kendisi 2015’te Bana Masal Anlatma ile anlatmıştı. Zaten 50 m2 bir sahnesinde filme gönderme yapıyor. Aksak seneler evvel pişirdiği bir malzemeyi yeniden kullanmak isteyince haliyle tadı kaçmış, artık aşina olduğumuz oyunlar izliyoruz. Yine de meseleyi Aksak’ın malzemeyi daha evvel yorumlamasıyla sınırlandıramayız öte yandan kentsel dönüşüm anlatılarının cazibe yitirdiğini de not düşmek gerekiyor.

Mahalle, cenazenize o katılır, tabutunuza o el atar! Peki oradan mı kaçsak yoksa oraya mı kaçsak? Ah, bu soruyu da bir cevaplasak!

Projelerin, yıkımların en azgın dönemini geride bıraktık. Hazır parayla dönen inşaat sektörü öyle kolayından atlamayacağı bir durağanlığa gömüldü, bunların da ötesinde örneğin Fikirtepe bir itirazın simgesiyken bir kabullenişin adresine dönüştü. Kent dönüştü, kentsel dönüşüme karşı koyma pratiği de dönüştü ve itiraz önemli ölçüde geri çekildi. Zaten bu kabullenişin izlerini başta muhtar olmak üzere Güzelce Mahallesi sakinlerinin tavrından sürebiliyoruz. Gitmek istiyorlar aslında. Kalmanın kendilerine yalnızca zarar vereceğini düşünüyorlar. Haksız sayılmazlar hani! Çevre it kopuktan geçilmiyor, otopark mafyası çökmüş, hırsızlık ve uyuşturucu kullanımı yaygın. Kim çocuğunu bu türden bir ortamda yetiştirmek ister ki? Hadi muhtar bunu başarmış, duygularına yenilip her defasında kalmış, kızı da bir pastane işletiyor, iyi kötü kazanları kaynıyor. Ya diğerleri ne yapsın? 50 m2’nin inandırıcılığına bir darbe de bu çelişki vurmuş diyebiliriz. Güzelce’de kalınsın mı, terk edilsin mi? Seyirciye sorsak ne der acaba? Esasen Aksak’ın iki anlatısı arasındaki farkı böylece belirleyebiliriz. Bana Masal Anlatma Suriçi’nde, Sirkeci-Yedikule sahil hattında geçiyordu ve evet oralarda da halkı yıldırma politikaları uygulandı. Örneğin bir diğer sahil bölgesi olan Unkapanı-Ayvansaray arası uzunca bir süre tinercilere terk edildi. Üstelik aynı tarihlerde UNESCO bölgede tarihi evler için restorasyon projelendiriyor, bölge hızla kiracı hatta mülk sahibi yoksullarından arındırılıyordu. Orada bir direniş hattı kurmak, bölgenin tarihi ve kültürel dokusuyla birlikte ele alındığında daha mümkün ve vazgeçilmez görünüyordu. Aynı şeyi Fikirtepe vb. semtler için söyleyemiyoruz. Tüm o saldırılardan sonra maddi manevi savaş alanına dönen bir semti bırakmak bırakmamaktan kârlı geliyor insanlara… Tabi Aksak’ın suya sabuna dokunmama çabasından bahsetmezsek olmaz. Mahalleyi yıkmak isteyen kötü adamlar var. Bana Masal Anlatmada’da varlardı. Tamam, bunlar varlar ve daima olacaklar, aksini öne sürmez kimse ancak sormak lazım, olan bitenin sorumluluğunu bu aç gözlülere, kötü adamlara yıkmak ne denli gerçekçi? Hükümetin hiç payı yok mu mesela? Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce Hasan Kaçan ekranlara çıkıp emlak barışı reklamı yapmıştı. O barıştan yararlandığı iddia edilen bir apartman ise İstanbul Kartal’da çökerek kişiye mezar olmuştu. Depremle korkutulup barışla ikna edilen, sürekli dönüştürülen, hafriyat tozuna bulanmış bir şehir gerçeği duruyor karşımızda. Tam manasıyla mahvedilmiş bir şehir fakat meseleyi “İstanbul’u mahvettiler” romantizmiyle yahut sosyal medyada eski ile yeni çehreleri kıyaslayan nostalji hesaplarıyla çözmemiz de imkansız. Öyleyse sözler söylenmiş, eller açılmışken bir çözüm önerisi, ayrıksı bir yaklaşım getirmemek ortadaki kuyunun yanından geçmek mantığıyla bağdaştırılabilir. Bana Masal Anlatma’da Cengiz Bozkurt’un yıldızlaştığı dövüş sahnesinde de vardı böyle bir kuyu, hatırlarsınız. Aksak kuyunun etrafından dolaşıyor, eski sözleri yineleyip duruyor.

Karakterler ve oyunculuklar

50m2’de karakterlerin çoğu oturmamış, yazının başında karton dedim, karikatür dedim. Bu hoş olmayan ama alternatifi de bulunmayan tabirleri cömertçe kullandım. Daha ne diyeceğim? Bu karton halin oyunculuklara olumsuz yansıdığını gözlemliyoruz. İsimleri çizgi romandan alınmışa benzeyen Gölge, Leke, Azrail, Muhtar gibi karakterlere nasıl inanalım veya onlar bu rolleri nasıl kotarsın? Gölge, isimsiz, yeraltı dünyasının karanlık işlerini gören, kapalı bir mekana sızma ustası bir adam, amenna adını karşılıyor ama Leke, Azrail bunlara daha yaratıcı isimler bulunamaz mıydı? Muhtara ne demeli? “Sen samimi olacaksın adam” denmiş adeta! “Sen samimi olacaksın, mahallenin başında duracaksın! Sen muhtarsın, mahallenin muhtarı olacaksın! Evinin babası, mahallenin muhtarı!” Cengiz Bozkurt ne yapsın? Üçkağıtçı veya “saf samimi bıyıklı” rolleri arasında gidip geliyor. Açıkçası oyunculuğunun bu kadar sınırlı olduğunu düşünmüyorum; iyi yaptığı şeylere demirlemiş, maceraya atılmıyor.

Başrolde Engin Öztürk’ü izliyoruz

Ama genç yakışıklı başrolde Engin Öztürk de pek parlak bir performans sergilemiyor. Duygusuz adamı canlandırsa dahi tutarlı bir duruşu olduğunu söylemek zor. Burada karakterin dönüşümünden söz etmiyorum kuşkusuz. Kürşat Alnıaçık… Yılmaz Güney‘in Umut filmindeki çocuk oyuncu büyüdüğünde kötü adam rollerinin vazgeçilmezi haline geldi. Bana kalırsa bakışları ve sesindeki kıvraklık bu tür rollerde başarı kazanmasını sağladı. Onu Süper Baba’da zengin ve şımarık kötü adam olarak tanımıştık, psikopat eğilimlere sahipti, devamında Deliyürek geldi. 50m2’de de işini yapıyor. Gençleştirildiği sahneler de fena sayılmaz. Ancak esas iki karakter öne çıkıyor ki bunlardan biri MesutTolga Tekin Mesut karakterinde kendi tarzına uygun bir iş çıkarmış. Mesut’un diğerlerinden farkı ayaklarının az çok yere basması. Mesut’ların her mahallede mantar gibi bittiğini biliyoruz. Bu kentsel dönüşümün simgesi haline gelmişler. Çeteciliğin görünen yüzleri Mesutlar. Tabi bir Mesut gönlünü kodaman bir avukata kaptırır mı orası ayrı. Diğer karakter ise Özgür Emre Yıldırım‘ın canlandırdığı Civan… Civan anlatının anahtarı aslında zaten finale doğru patlamayı o gerçekleştiriyor. Özgür Emre Yıldırım Civan rolünde doyurucu bir oyunculuk ortaya koymuş. Buna karşın mahallenin topalı, sürekli itilip kakılan Civan kafayı kırıp da babasını öldürürken Aksak’ın “tezatlatıyla belirgin kılınmış mahalle” şematizmine yeniliyor. Aksak kötünün dönüşümünü Gölge ile verirken iyinin dönüşümünü ise arkadan sessiz ve usulca yaklaşan Civan’a yüklemiş. Bir dönüşümün bir karaktere yüklenmesi ister istemez sorun yaratıyor. Anlatının komik ve samimi adamı Muhtar, Sergio Leone tarzı bir sınıflandırmaya gidersek “çirkini de Yakup (Yiğit Kirazcı)… Bu haliyle 50 m2 adeta “ben bir setim” diye bağırıyor.

Bitirirken

Maalesef hâlâ iyi şeyler söylemedik, bitirirken de söyleyemiyoruz. Netflix’e akıl vermek bize düşmez. Dahası onlar anlaşıldığı kadarıyla programına aldıkları işler için yakışıklı karakterin yurtdışı pazarında izlenirliğini ölçüt alıyorlar ve bu bakımdan doğru yoldalar. 50 m2 özelindeyse mahalle mizahının zirveyi gördüğünü ve artık onu toparlamanın, eski günlerine kavuşturmanın hele de politik söyleyişe hiç bulaşmadan, çay, bilge imam, kalbi temiz muhtar retoriğiyle övgü toplamanın kolay olmadığını söyleyebiliriz. Bir de içimde kalmasın, o ağacı muhtar dikmiş olamaz ya! Nerden baksanız yüz yıllık ağaç!

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Birisi “50 Metrekare, Depo Olarak Kullanılabilir. Netflix’ten Kiralık…” üzerinde düşündü

  1. Haydar Ali Albayrak, sen izleme amına kodumun çocuğu.. kusura bakma anlayacağın tek dil bu, çünkü filmi anlamamışsın.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: