Onur Ünlü hayatını satıyor! Yazdan beri satıyordu hâlâ ilanda olduğuna göre müşteri çıkmamış demek ki! İlanı çeşitli yönlerden tartışılabilir, satılan hizmeti/malı fiyat-performans ve daha birçok kıstasa göre ayrı ayrı değerlendirebiliriz. Fakat aklıma başka bir şey takıldı, oradan başlayayım. Ben “hayatımı satıyorum” diyenden korkarım arkadaş! Bir kere dürüst olsa “kiralıyorum” der ama yekten “satıyorum” diyor. Bir hayatın tümden satılması mümkün mü? Yaşanan günlerin… Yaşanacak günlerin… Tecrübenin, eylemin, düşüncenin… Tümden satılabilir mi saydıklarım? Satılamaz ancak girişimcinin hileye yeltenirken geçerli bir sebebi var şüphesiz. Kiralık ilanları yalnız meraklılarına, ihtiyaç sahiplerine ulaşırken maddi-manevi nice açmaz barındıran “kendini satmak” söylemi insanlık tarihi boyunca ilgi çekmeyi başarmıştır ve bu ilginin sürekliliğinde insanın tarih boyunca satılıp alınmasının payı yadsınamaz. Satılmak ama nasıl bir satılmak? İlkin şu satılmak meselesine bir eğilelim
Amele pazarları
Üç ayrı insan pazarından söz edeceğim. İkisi gerçek, biri kurmaca. Daha doğrusu bir film sahnesinde yer alıyor bu kurmaca pazar… Gerçek amele pazarlarından biri hayli küçük… Butik, sevimli mi sevimli bir amele pazarı! Maltepe’de, Minibüs Yolu üzerinde, meydana gitmeden, İş Bankası’nın hemen yanındaki sokak… Bu sokak her daim kalabalıktır. Kalabalığı oluşturanların etnik kökeninden ötürü Kürt siyasi geleneğini temsil eden partiler de hep o sokakta yer almıştır. Bir ara kundaklanmıştı ilçe binaları, hâlâ faallar mıdır bilemiyorum.
Diğeri büyük bir pazar… Yalan yok, epeydir geçmedim önünden. Sirkeci Garı’nın oradakinden bahsediyorum. Üniversiteye giderken sabahları tramvayla geçerdim. Burada bekleyen kişilerin kamyoncu, pazarın da kamyoncu pazarı olduğu biliniyor fakat bu pazarı da insan pazarlarına dahil edebiliriz. Elde sigara, karton bardakta çay, gazete bekleyenlere “işçi adayı” demeli belki de… Bir sözleşmeleri yok, filmlerdeki gibi bir kamyon kasasına atlayıp (tabi bu kadar ilkel midir bilmiyorum, emin olamıyorum) o gün nerede çalışacaklarsa oraya götürülüyorlar. Utanmasalar gözlerini bağlayacaklar. Kurbanlık koyun sayıyorlar onları ve dünyayı görsün, tanısın istemiyorlar. Misal bir plaza inşaatında çalışacaklarsa o plazaya nasıl ulaşacaklarını öğrenmesinler. Gözleri bağlansın o yüzden… Ama hepsinin ötesinde gerçekten de sanki gündelik yaşam üzerinde bir görme hakkına sahip değil bu işçiler, sanki gerçekten de gündelik çalışanlar ama yaşamıyor, soluk alıp veriyorlar sadece… Hani yaşamdan ziyade ömürlük bir çile sürdükleri…

Madem filmlere değindik, oradan devam edelim. Üçüncü amele pazarı Yılmaz Güney‘in Düşman filminden. Yönetmen Zeki Ökten… Senaryo Güney’e ait… Güney’in o dönem cezaevinde olmasına karşın çekimlere katıldığı rivayet ediliyor. Filmin açılışı çok hoş… Hoş dediysem sonuçları bakımından oldukça karamsar ancak vurucu bir giriş… Önsöz niteliği taşıyor hatta.

Çekimler Çanakkale’de yapılmış. Bir kent meydanı… İşçiler toplanıp götürülmek üzere bekliyorlar. Bir kepçeye benzeyen kamyon kasası dalacak aralarına, toplayıp götürecek onar yirmişer. Bir Karadenizli var, iri yarı, adı Rıfat (Kamil Sönmez). Rıfat “Abdullah Abi” diye seslendiği arkadaşı (Şevket Altuğ) ile çene çalıyor. O sıra bir kadın (olasılıkla fahişe) üst katlardan bir odanın camını kırdığı gibi atıyor kendini meydanı gören otelin balkonuna. Kadın çıplak. Bağırıp çağırıyor, güçlükle içeri sokuyorlar. Bizim Rıfat bu yaşamın askeridir. Askeridir ve o zamanlar henüz “o şimdi asker canı neler ister” denmemiştir. Daha edeplidir parçalar. “Gel tezkere gel tezkere bitsin bu hasret” gibi…

Yaşamın askeri Rıfat; kadın bedenine aç, hasret kalmış… Birçok şeye hasret aslında… Sevmeye, sevilmeye… Her şeyden evvel yaşamaya hasret… Neyse dramatize etmeyelim. Arkadaşı çıkışıyor buna: karnın aç, sen neyin peşindesin? “Kucağımıza otursa ne olacak?” diye soruyor. Bu da laf mı şimdi! O başka bu başka! Rıfat’ın deyişiyle “Karı ayrudur, karın ayrudur” Kamyonet geliyor, on beş kişi çağrılıyor. Ufak tefek bir kamyonet bu… Bir kıyamet kopuyor ki görmeyin! Atik davrananlar fırlayıp biniyor kasaya, Abdullah Abi de kasaya çıkar çıkmaz çömelerek “işini” garantiye alıyor. O yere oturduğu için üzerinden yola kayanları görüyoruz. Abdullah Abi yevmiyeyi kurtardı ancak Rıfat kalmasın mı yayan! Yahu dört gündür boğazından lokma geçmemiş adamın! Artık son takatiyle koşturuyor kamyonetin peşi sıra. Kamyonet henüz hızlanmamışken, güç bela yakalıyor arkadaşının kolunu, asılı kalıyor kasaya ve araçla birlikte cadde boyunca sürüklenmeye başlıyor. Arkadaşından kendisini yukarı çekmesini istiyor Rıfat. Yalvarıp yakarıyor… Fakat arkadaşı o kadar arkadaş canlısı değil, yahut açlık arkadaşlıktan büyük… Abdullah Abi de elini ısırıp itiyor hemşehrisini.. “Hemşehri hemşehriyi gurbette…” demişler! Boşuna dememişler ya! Açlıkların tasnif edildiği bir düzlemde uyanık aç, saf olanı devreden çıkarıyor. Rıfat düşüp kafasını çarpıyor ve oracıkta can veriyor. Aklında memeler… Baldır bacak… Ellerine yabancı bu Karadenizli işçi… Öyle yabancı ki Abdullah Abi’sine uzanan elleri belki memelerde geziniyor, belki balkona çıkan kadının bacaklarını okşuyordu o vakit. Gafil avlandı! Hayal alemi bu, insanın kanına bir damla karışmayagörsün! Üçüncü pazar da buydu…

Bu pazarlar işte, insanların emeğini sattıkları, ömürlerini kiraladıkları ve eni sonu boyunlarını giyotine uzattıkları pazarlardır. Peki Onur Ünlü ne satıyor? Emeğini mi? Birikimini mi satıyor? Yoksa deneyimini mi?
Markalaşmak dedikleri…
Ünlü, ismini satıyor şüphesiz. İyi kötü bir ismi var fakat buna karşın ciddi bir taliplinin çıkmaması bu ülkede artık kendini satmanın da kurtuluş olmadığını gösteriyor. Onur Ünlü bile kendini satamıyorsa biz nasıl satalım yahu? Ama elbette kendini satmak var, satmak var! Söz gelimi modern iş yaşamında “kendini pazarlamak” kariyer kültürünün olmazsa olmaz başlıklarından; diğer yandan “kendini satmak” pratiği, samimiyet derecesi ne olursa olsun insani ilişkiler bir iktidar sahası biçiminde tasarlandığında “satılığa çıkan kişi”yi başarıya taşıyacak başlıca yöntemler arasında bulunuyor. Ünlü kendini nasıl satıyor? “Absürt filmler yönetmeni” payesinden faydalanıyor muhtemelen. Kendini sattığı siteye slogan olarak “Saçma zamanla anlam kazanır” sözünü seçmiş ve bu söze Marcel Duchamp imzası atmış. Duchamp’ın böyle bir sözü mü varmış? İşin uzmanlarına bırakıyorum konuyu, umarım kamuoyunu bilgilendirirler.

Ben açıkçası bu sözün Ünlü tarafından uydurulduğunu düşünüyorum. Ünlü yine keriz avlıyor. Daha evvel avlamışlığı var. Sen Aydınlatırsın Geceyi filminin girişinde “insan endişeden yaratılmıştır” gibi havalı bir söze Euripides imzası atmıştı. Yunan Tragedya yazarı Euripides’in böyle bir sözü olduğu sanılmıyor. Ünlü bu, işinin ehli, insanları iki kere kandırabiliyor! Sitedeki sözü görünce merak ettim kim Duchamp alıntısını sorgulamadan almış diye. Site kurulduğunda Onur Baştürk Hürriyet’te yazmış** ve şu ifadeleri kullanmış: “Marcel Duchamp’ın “Saçma, zamanla anlam kazanır” sözüyle açılan bu tuhaf alışveriş sitesinin derdi belli…” Belli ki “Ünlü Duchamp dediyse doğrudur” düsturunu benimsemiş yazar Baştürk. Neyse biz sözü bir yana bırakıp siteden sürdürelim!
Kiminin tişörtü kiminin duası!
Ünlü nelerini satıyor? Tişörtünü, formasını, hayır duasını, instagram takibini, babasının 65 yaş ücretsiz ulaşım kartını, Rusların sıcak denizlere inme arzusunu… Daha bir çok saçmalık… Ama bunlarla birlikte ödüllerini de satıyor yahut filmlerinde kullandığı bazı aksesuarları. Örneğin İtirazım Var‘da karşımıza çıkan imam Selman Bulut’un kafa kâğıdını, ismi çok uzun filminin klaketini, bir kelebek maketini… Evet, iş bu noktada biraz Ünlü yaratıcılığına kayıyor. Ünlü kuşkusuz sitesinden alışveriş yapacak olanları “keriz” biçiminde değerlendiriyor ve bunu da açıkça yüze söylüyor. Ünlü dışında kimse bunu yapamaz. Ancak salt cesaret meselesi değil bu, satmak eyleminin satıcının üzerinde nasıl durduğu, yakışıp yakışmadığı son derece önemli. Şimdi ben kalkıp “beni bir ay ücretsiz kullanın” desem kimse dönüp bakmaz. Dönen olsa bile “ne diyor ulan bu hıyar” tepkisi verir. Hadi beni geçelim; ses getirecek bir örneğe başvuralım. Cem Yılmaz mesela, bu türden bir site kurup hayatını satsa insanlar altında çapanoğlu arar, yaklaşan bir gösterisinin parçası falan görürler. Sonuçta insanlar Yılmaz’ın ezberinden şaşacağına ihtimal vermez. Yılmaz belli sınırlar dahilinde güldürüyor seyircisini ne ki aynı sınırlar dahilinde var oluyor, sürprizlere kapalı bir güldürü anlayışı benimsemiş. Ünlü ise hem ünlü, aşk hayatıyla şuyuyla buyuyla azımsanmayacak bir magazin değeri taşıyor hem de çatlak haliyle hayatını satabiliyor. Ona yakışıyor çünkü bu satışta fikrin ve eylemin ne ölçüde alay ne ölçüde protesto içerdiği anlaşılmıyor. Saçma zamanla anlam kazanır’dan şahsen bu sonucu çıkarıyorum. Öte yandan saçma hiçbir zaman anlam kazanmayabilir. Ünlü’nün giriştiği bu eylemin anlama kavuşmaması gibi.. Bu riski göze almak gerekiyor.

Aslında bu perdeden gidebilirdik. “Ünlü yapmış yine bir manyaklık” deyip geçerdik, ne de olsa adam dalga geçmeyi seviyor! Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok filminde bir hastalıktan dolayı yakında kör olmayı bekleyen polis memuruna (Salim-Fatih Artman) sevdiği kadını ararken açtığı bir sınıfın kapısından bela okutmuştu Ünlü. Salim kapıyı açıp da öğrencileri gördüğünde, sevdiği kadını bulamamanın hıncıyla “Allah hepinizin belasını versin” demişti. Ünlü’nün yerinde olsam bu bedduayı kesin satardım! Yani satsa ben alabilirdim. Duasının fiyatı 7 liradan 25 liraya değişiyor. Bedduası da olsun olsun 10 lira olsun. Büyük boyuna da 30 desek… Nedir yani, verirdik! Nelere vermiyoruz!
Sanatın entelektüel oyunlardan ibaret yakın tarihi ve üç ayda 29 Liraya “düzene dönüş” fırsatı
Onur Ünlü’nün çıkıntılığına “çiğlik” diyemiyoruz, “delilik” diyemiyoruz. Eh, ne diyelim? En azından geride bıraktığımız çağ bir çeşit “sanatta şakalar çağı”na dönüştü. İşin garibi şakanın saçmanın bünyesinde erimesi, ona karışıp renk katması beklenirken tam tersi oldu ve saçma ağırlığını büsbütün yitirerek böylesi sulu şakalara alet edildi. Ünlü bugün hayatını satıyor ve bu satışı yer yer avangart bir hareket olarak takdir görüyorsa “saçmanın felsefesi yenilmiş” diyemez miyiz? Herhalde diyemeyiz. Zaten saçma da bunu dedirtmemek için saçma ve onun ağırlığı en ciddi görünen meselelerin sabote edilmesinde kullanılıyor. Ünlü hayatını satıyor ama değerli şairlerimizden Cemal Süreya da soyadından bir Y atıyor söz gelimi, sonra o Y’yi Süreyyya Evren alıp adına ekliyor. Bu tür entelektüel oyunlar dönüp duruyor. Ancak Ünlü’nün saçmalığına artık bir son verdiğini ve düzene döndüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Sitesinden üç aylık abonelik fırsatını duyurmuş Ünlü… Üç ay aboneliğin bedeli 29 Lira. Acun’un platformunda da reklamlı seçenek ayda 9.90’a geliyor.

Ünlü kendini satarken piyasaya göre belirlemiş fiyatını. 1 Mart’ta, daha evvel vizyona sokmadığı Put Şeylere filmini koyacakmış siteye, devamında stand up gösterisi (1 Nisan’da) ve hazırladığı kimi içerikler (İstanbul’un Helaları-1 Mayıs’ta) gelecekmiş. Onur Ünlü iyiden iyiye “tek kişilik dev platform” kafasına girmiş görünüyor. Belki Umut Sarıkaya‘nın “tek kişilik dergi”de yaptığını online platformda deneyecek/deniyor. Eh ne denir, yolu açık olsun. Hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip Ünlü. O kitlenin fanatikliğine maalesef şahit olmuştum. Kırık Kalpler Bankası‘nın gösteriminde Beyoğlu sinemasının metruk salonunu dolduran yüzlerce seyirci havasız bırakmıştı ortamı. Siteye de abone olacak, abone bulacaklardır.
Jel tezkere satıyorum, kulak arkası satıyorum!
Ben de bir şeyler satmak istiyorum… Abilerim, ablalarım! İlgilenir misiniz? #Mesela Esmeray’dan jel tezkere… Geleceğinize kendiniz şekil verin! #Sülün Osman’dan Galata Köprüsü… Açılır kapanır… Ayaklarıyla beraber… #Köprüyü geçene dek size yarenlik etmesi taahhütlü bir dayı… #Sonracığıma, Boğaz Köprüsü inşaatında boğaz tokluğuna çalışan bir ayı… (oyun havası biliyor, çok amaçlı kullanılabilir) #Bir: Az gezilmekten yakınan bir bienal… İki: Çok tozulmaktan aşınmış bir kaldırım… Üç: Çok düşünmekten tozutmuş bir kafa… (Üçü bir arada) #Biraz davul tozu, biraz minare gölgesi… #Kaçırılan son otobüsün ardından tekmelenen bir pet şişe (O saate orada ne işi varmış?) #Veya işte ne bileyim, Maradona’nın çizgiyi geçen eli… (eliyle gol attığı maçtaki eli değil ama sonra papaz olmayalım) #Asya-Pasifik ülkelerinin haber bültenlerinden toplanmış yaklaşık iki kilo ağırlığında son dakika bilgisi… Taze, tüketime hazır… #Eşeğin kulağına kaçan nar suyu (Kar değil nar… Yarım litre, her derde deva)… #Aklımıza düşen ilk karpuz kabuğu… Bugün al yarın eyleme geç kabilinden! #Şelaleye düşen zeytin dalı… Celaliyim, Celalisin, Celali ebatlarında… En az üç isyan eskitir… #Şövaleye vuran güneş ışığı… (Yanında bol miktarda entel havasıyla) #Ve elbette mahalle yanarken saçını tarayanların tarağı… Bunları da boşverin, bunları herkes satar! Ben kulak arkamı satıyorum. #Sahibinden… İki adet… Pandemi dolayısıyla maske kullanmaktan genişlemiş iki kulak arkası… Eksiği, çiziği yok… Alana şimdiden hayırlı olsun! Lütfen ciddi alıcılar arasın!
*Bu bir ilandır.
* *İlgili yazı: https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/onur-basturk/onur-unlu-ne-yapmak-istiyor-41588536
Haydar Ali Albayrak