WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

Beat Pazarı: Dakikada 160 Vuran Bir Edebiyat Kalbi

Neden hayat kaba gerçekler dizisidir de estetik sürekliliği yoktur?” (s.39)


Yeşim Rüzgar’ın Beat Pazarı adını taşıyan ilk kitabı Öteki Yayınları tarafından basıldı. Daha önce çeşitli dergilerde eleştiri, inceleme ve deneme türünde çalışmaları yayımlanan yazarın eseri birbirinden bağımsız kısa öyküler görünümünde ancak belli bir sırayı takip eden bölümlerden oluşuyor. Bu alt başlıkları yan yana getirdiğimizdeyse aslında bir romana ulaşıyoruz. Rüzgar’ın romanını farklı açılardan irdeleyebiliriz. Ben Beat meselesinden başlamak istiyorum. Geride bıraktığımız yüzyılın ortalarında doğan Amerikan kökenli Beat akımını pek bildiğim söylenemez. Rüzgar satır aralarına yedirdiği Beat tanımında ve tüm bir romanında örtük veya kimi zaman açıkça yeraltında saf tuttuğunu vurgulamış. Hayalgücünden faydalanarak tutturduğu dil ise hiçbir mantıksal dizgeye ve biçimsel dizgine boyun eğmeksizin bu edebiyat anlayışına hizmet ediyor. Adeta arka kapakta adlarını sıraladığı Fante, Kerouac ve Bukowski gibi yazarların mirasını yaşatmak istercesine kanını son damlasına kadar kağıda akıtıyor! Bunu anlayabiliyoruz çünkü Rüzgar’ın satırlarında edebiyata düşkünlüğü bir tür “saldırganlık” olarak karşımıza çıkıyor. Yazar edebiyatla kurduğu ilişkiye neredeyse ilahi bir boyut atfederken metni ile arasına okuru dahi sokmak istemiyor. Kaygısını sürekli içe dönen üslubunda ve doludizgin anlatma iştahına karşın meselesini yavaş yavaş açmasından kavrıyoruz.

Beat Pazarı’na üslubundan gireceğim. Rüzgar’ın romanı ansızın her şeyin kontrolden çıkabildiği, anlatıcının fantazyasını okura kabul ettirdiği bir çizgide ilerliyor. Söz gelimi Beat Pazarı bölümünde arkadaşı Cenin ile bir semt pazarında gezinen anlatıcı çevreyi sessiz sakin, kendi halinde betimlerken ansızın bir dehşeti aktarmaya koyuluyor.

Üzerimize yumurta atıyorlar. Koşmaya başlıyoruz. Cenin nerede? Onu kaybettim. Giysilerini parçalayıp üzerine üşüşüyorlar. (…) İç organları yere saçılmış. Kalabalığa küfredip, ağlıyorum, et ve kemik parçalarını teker teker yerden topluyorum.” (s.28)

Devamında anlatıcının kendisi de aynı kaderi paylaşıyor: “İsa gibi bir kalasın üzerine eklemlerimden çiviliyorlar beni. (…) Her yanım kana bulanmış ama etlerim koparıldıkça hissizliğim artıyor sanki. Yere düşen organlarına, yedikleri kalbime, karaciğerime bakıyorum.

Rüzgar’ın anlatıcısı organlardan, tezgahlarda yuvarlanan elmalar gibi bahsederek kan revan içinde kalan atmosferini olağanlaştırıyor ve işin ilginci bu geçişi o kadar doğal gerçekleştiriyor ki tamamen değişen havayı yadırgamıyoruz. Romanın daha birçok bölümünde böylesi keskin dönüşlere rastlıyoruz. Grotesk bir üslup benimsemiş Rüzgar fakat bu üslubu kitabın büyük bir kısmında dozunda kullandığını söyleyebiliriz.

Beat Pazarı’nda kimi söylemler: Çocuksu, uyumsuz, yalın ayak

Yeşim Rüzgar’ın romanını çok boyutlu incelemek mümkün. Öncelikle metnin yükseldiği söylemlere değinmek gerekiyor. Beat Pazarı’nda yazarın çocuksu söylemi, uyumsuzluğu ve samimiyeti öne çıkıyor. Çocuksuluğu bir tür cinsiyetsizlik arayışı yahut büyümeye/hayata katılmaya direniş olarak değerlendirebiliriz. Rüzgar’ın anlatıcısı jelibon reklamındaki beyaz yakalılar gibi öykünerek konuşmuyor, sevgilisinden devasa peluş oyuncaklar beklemiyor belki ama her fırsatta bir masumiyete sığınmaya çalışıyor, kendine çocuksu duvarlar örüyor. Bu duvarlardan cinselliği geçirmemeye yemin etmiş ancak yaşadığı gerilimler dört duvar sağlam kalsa bile yapının çatısından tanık olup da onaylamadığı ilişkilerin sızdığını ve gördüklerinin bir süre sonra sızlanmaya dönüştüğünü ayrımsıyoruz.

Pembe Etki’ye karşı bir kadının bir erkeğe karşı beslediği duygusal ya da cinsel hislere sahip değilim. Ben onun ötekiliğini seviyorum.” (s.23)

Sanki her an kırılacak ve parçaları içerideki diğer insanların yüzlerine saplanacak porselen bir bebektim.” (s.47)

Bir delinin yazdığı masal kitabı gibi olsaydı hayat, dünya daha çok bizim olmaz mıydı? Bohem sanrılarıyla kıvranan çocuk melekler olalım istedim, ne çok hem de…” (s.50)

Yarattıklarını kurban ederek onları yapay cennetine hapseden ve maktullerini özleyen soğukkanlı bir caniyim ben.” (s.53)

Bir adamı sevmek uzağımda olmalıydı. Kalbi kalbimde eriyecek tek erkek babamdı. Onun da kalbine sığdırabilecek tek kadın ben olmalıydım. Her erkek beni kadını değil çocuğu gibi sevsin istedim.” (s.69)

Glikoz şurubundan yapılmış, şişirdikçe kirpiklerime yapışan, sonunda patlayan, yüzüme gözüme bulaşan, uzayan, sarkan, tatsızlaşan, ağızda bir avuç renkli draje hayat. Hep tadı kaçacak, tadı kaçacak, tadı kaçacak, bayat…” (s.99)

Bu örnekler çoğaltılabilir fakat ben çocuksu ve cinsiyetsiz yaklaşımda özellikle iki noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bunlardan ilki yazarın belirgin bir biçimde kardeşleşme sancıları çektiği, kendine benzeyenleri bularak bir nevi “normalleşme” arzusuyla yanıp tutuştuğu satırlar ki bu satırlarda yer yer babasıyla sürdürdüğü gelgitli ilişkinin gölgesini de bulabiliyoruz.

Hiçbir uygarlığa ait değildik. Geceyle saklambaç oynayan piçlerdik. Üç farklı bedende yaşayan, büyük, kutsanmış tek bir ruhtuk.” (s.51)

Babasını başka bir kadınla basan bir çocuk gibi hissediyorum kendimi.” (s.53)

Bizler, arafın yaratıkları, yaşadığımız her saniye yeryüzündeki türdeşlerimiz olan yeraltı tanrılarını ararız. Zihinlerimiz onlarınkiyle kardeştir.” (s.57)

Diğer yandan ise bu tarz, şu satırlarda anlaşılacağı üzere gardını aldığı erkek karşıtı ve bekaret vurgulu bir noktaya savruluyor. “Dostoyevski romanlarındaki patolojik kusurları olan silik karakterlerden biriysem ve yaşamın beklenilenden bu kadar farklı olması mizacımın bekaretini bozuyorsa, tecrit kaçınılmaz olacak.” (s.32)

Yalnızlığım, çini mürekkebine batırılmış parşömen kağıdı gibi zifiri, ıslak, ağlak, muğlak ama asla bir yabancının rutubet kokan yatak odasında, uykuyla karışık metil alkol kokan nefesini içime çekerek uyanmaya teslim olacak ölçüde değil.” (s.81)

Bütün erkekler etçildir.” “Erkek tabiatı beni korkutur. Cinsel hazza olan düşkünlükleri ve bu uğurda yapamayacakları hiçbir şeyin olmayışı, bağışlanmayacak kadar ağır bir zaaftı” (s.82)

Genellikle çevremdeki erkekler, vücut sıvılarını paylaştığı her kadını, ucuz yollu, kolay elde edilir ve değersiz görmeye başlıyorlardı. Kadınlar (ya da ben) ise öyle değildi.” “Erkekler, açık sözlülüğümü ve gelenekçiliğe uzak oluşumu, ahlaki yönden zayıf olduğum kanaatiyle pekiştirerek, her şeyin üzerinde tuttuğum dostluğu paçavraya çeviriyorlardı.” (s.83)

Yazarın anlatıcısı bekaretine (ve esasında varlığına) dair muhafazakâr bir tutum takınırken mutlak sevgiyi arıyor. Karşılıksız, yakışıksız tüm teşebbüslerden arındırılmış, dikenleri özenle ayıklanmış, elekten geçirilmiş bir sevgi bu. Sevgiden ziyade şefkate benziyor ve bu yüzden biraz garantici, paylaşım naraları atarken çoğalmaya ve doğasını açmaya uzak, ikili oynayan bir duygu… Öte yandan ise bu bekaret vurgusunu yeraltı edebiyatına yönelik tutkuyla açıklayabileceğimizi düşünüyorum. Rüzgar’ın anlatıcısı ifadelerini olanca yalınlığıyla -yine bir anlamda gelişigüzel- sürdürmeye çalıştığından ne duyuyorsa onu yazıyor dolayısıyla kendine ait olmayan tek bir kelime dahi barındırmama çabası kirlenmek çekincesi biçiminde yansıyor satırlarına. Üstelik bu bekaret vurgusu ve çocuksu havanın narsistik eğilimler taşıdığını da söyleyebiliriz. İlk bölüm Ressam‘da yanaklarının utançla kızarmasından dolayı Pembe Etki adını taktığı ressam ile ruhani bir etkileşime giren anlatıcı adeta ondan kendisine bakıyor, alelade bir kusur arıyor fakat bulamıyor. Bu çocuksu kendini beğenme haline daha sonra yeniden denk gelebiliyoruz.

Hemcinslerim kaprisliydi. Fiziksel açıdan erkeklerin beğendiği bir kadın olmam, benden nefret etmeleri için bir sebepti.” (s.83)

Sınıftaki en renkli akademisyen adayıyım. Bir çift açık yeşil göze, güzel biçimli yüz ve vücut hatlarının yanı sıra, uzun, kızıl ve kıvırcık saçlara ve melodik bir ses tonuna sahibim.” (s.110)

Nedir ki tüm bu kendini beğenme haline tezat oluşturan aykırı ifadelerle de karşılaşıyoruz. Bu ifadeler özünde “anlatıcının güzelliğine” bir kez daha aşkınlık atfetmeye yarıyor. “Kanalizasyon borusunda yaşayan pullu bir süs balığıyım. Yirmi ikisinde altına işeyen, idrarını tutamayan, kodein bağımlısı bir süs balığı gibi hissediyorum kendimi. Yatağını en son yedi yaşındayken ıslatan kırmızı bir süs balığı…” (s.20)

Bir çift yeni postalım oldu. Yüzüm gibi gıcır gıcır.” (s.60)

Bazen de kendini beğenmenin tedirginliği sözcüklere dökülüyor: “Tekrar sapıyorum ara sokaklara. Jiletlenme arzum var.” (s.67)

***

Rüzgar’ın romanında diğer bir söylem ise uyumsuzluk üzerine kurulu… Uyumsuzluk ve imgeleme teslim edilmiş, tabiri caizse çağrışımların avlusuna bırakılmış bir dil ile okura ulaşıyor Rüzgar… Düzyazısı anlatıyı vekaleten yürütüyor. Hemen her satır her an uygunsuz bir dizeye dönüşebilmenin yollarını arıyor. Her bir satır serseri bir kurşun gibi ilerliyor. Belki de kendini bir çocuk olarak ifade eden anlatıcının kaçamakları böyle bir üsluba zemin hazırlıyor.

Ben bir Doğu prensesiyim, benim kentimin kadınlarının kahkahaları böyle sivri buz sarkıtları gibi göğüs kafesine saplanmaz.” (s.18)

Susuyor dilimde vücut bulmayan, yalnızca elimde biriken hayat… Dilin kalemi olsa diyorum elin değil… O kırmızı küçük kıvrımlı et parçası gizlenmese ağzımın içindeki kuytuluklara. Söylemediğim sözler yüzünden yalnızlıkla infaz edilmesem…” (s.36)

Domalan ağızlarımızdan çıkan nikotin balonları yavaşça kusursuzluğunu kaybederek dağılıyorlar.” (s.38)

Yeşim Rüzgar

Samimiyet: Hem fail hem tanık… Hem yabancı hem tanıdık…

Tüm bu garip benzetmeler, uygunsuz ve uyumsuz seslenişler Rüzgar’ın üçüncü bir söylemini daha inşa ediyor: Samimiyet. Buradaki samimiyeti ise bir çeşit pervasızlık, patavatsızlıkla eş tutabilir hatta bir tür can çekişme pornografisi sayabiliriz. Rüzgar’ın anlatıcısı kendini dışlamanın, sosyal fobinin ve türlü yabancılaşma hallerinin sebep olduğu acıları, başka bir deyişle uyardığı bilincini olanca çıplaklığıyla kağıda döküyor. Anı anına ruhundan bildiriyor. Üstelik kimsenin merak etmediğini bilerek, birilerine okutmak için değil. Haliyle hiçbir eyleminden utanmayan bir anlatıcının yaşamına ortak oluyoruz giderek. Mesela anlatıcı gözlemlerine dair hiçbir ayrıntıyı yabana atmıyor. Bir tiyatro oyunundan şu satırları aktarıyor.

Oyunun başlangıcından bitimine dek öksüren adam! Neden sanatoryumda ya da veremle savaş dispanserinde değilsin diye düşünüyorum. Histeri krizine girip, tutkuyla, uzun monoloğunu oynayan kadının ağzından minik kar taneleri gibi etrafa saçılan tükürük zerrecikleri ön saflarda oturan orta yaşlı adamın yüzüne şeker kristali gibi yapışıyor…” (s.40)

Rüzgar’ın anlatıcısı depresyonun şiddetini tarif ederken fiziksel etkileri şöyle kaleme alıyor: “Hiçbir şey yemememe rağmen sürekli tuvalete çıkıyorum. Dışkım, idrarın kadar sıvı ve sarı. İstem dışı vücut kasılmalarım artıyor. Sürekli bitkin, tedirgin ve hastayım. Midem bulanıyor. Dünyadaki tüm oksijeni ciğerlerime çeksem bile yine de soluksuz kalıyorum. Göğüs kafesim acıyor. Ben bu dünyanın mensubu olamam.” (s.110)

Rüzgar’ın romanında acılar ile sık karşılaşıyoruz. Üniversiteden mezun olup Mardin’e aile evine dönen anlatıcı sert bir kavganın ortasına düşüyor. Bu kavgayı sayfalarca aktarıyor yazar. Ancak şu ifadeler dikkatimi çekti. “Annemle babamı ayıran kardeşim peş peşe üç kez yutkunuyor. Sanki su içmeden yutmaya çalıştığı bir avuç dolusu hap boğazına takılıp kalmış ve yemek borusuna yapışmış. Boğazına takılıp kalan kelimeler, insanın midesinin sindiremeyeceği sert kabuklu bir meyve gibi. Hani ayva yerken sık sık olur.” (s.102)

Rüzgar tüm bu karmaşayı yadırganacak benzetmelerle süslüyor ve böylece okurla arasına mesafe koyarak anlatımının melodram kaymasını, hafiflemesini önlüyor. Bunu ne ölçüde bilinçli yaptığını kestirmek güç fakat kavgayı ayıran kardeşinin o duygu yoğunluğuyla yutkunmasını boğazına ayva takılmasına benzetebiliyor! Rüzgar’ın anlatıcısı aynı zamanda misafir sanatçı gibi olayları uyarına geldiğince, bazen hislerini katarak bazen ise uzaktan izlercesine aktarıyor. Bu tutum yazarın uyumsuz/uygunsuz söylemi ile yan yana konduğunda anlam kazanıyor diyebiliriz. Rüzgar yaşadıklarının hem faili hem tanığı…

Akademi, aile, Beyoğlu… Kabuklar ve çekiçler

Beat Pazarı anlatıcının hayatından kesitler içeriyor. Hele de Epilog başlığını taşıyan son bölümde anlatıcının yazarla olan paydaşlığı açıkça ifade ediliyor. Bu durum da anlatıcının neye diklendiğini neyi sevip neyden nefret ettiğini rahatlıkla görmemizi sağlıyor. Kurmaca bir karakterin yazarla gerilimi yansımıyor satırlara. Yaşadığını yazan, duygu düşüncelerini tüm yalınlığıyla kağıda döken bir yazar Rüzgar ve anlatısında aile, akademi gibi esaret araçları, yine kendini özgür hissettiği Beyoğlu gibi mekânlar oldukça geniş işleniyor. Kavga gürültünün eksik olmadığı aile ortamını şöyle yorumluyor: “Sövmeyi, küfrü ve kahkahayı bir yaşam biçimine dönüştüren aile büyüklerinin gürültü ürettikleri bir barınaktır ev.” (s.92)

Buna karşın Beyoğlu ise sığındığı, kendine benzeyenleri aradığı bir mekân ve gürültülü aile evinin yahut betondan bir uyku tulumuna benzettiği yurt odasının aksine renkli bir dünyaya denk geliyor. Agorafobiden, sosyal fobiden sıklıkla mustarip olan anlatıcı tüm rahatsızlıklarına rağmen endişelerini özgürlüğü karşısında yenebiliyor, bir anlamda değiş tokuş edebiliyor. Beyoğlu romana egemen coşkudan şu satırlarla nasibini alıyor: “Koca metropolde ayak direyemediğim tek yer Beyoğlu. Sanki bir kuzey ülkesi.” (s.76)

Yazarın savaş açtığı kalıplardan/putlardan da söz edebiliriz. Bilhassa Akademiye duyulan öfke dikkat çekiyor. Rüzgar’ın anlatıcısı üniversiteden mezun oluşunu bağımsızlığını kazanan bir şehir edasıyla kutluyor! 

Yüzüme yayılan koca aptal gülümsemeyle, fakültedeki tüm birimleri gezip durdum. Kabus sona ermişti. Beyaz sayfalara ‘Kahrolsun akademizm!’ yazıp, orta parmak çiziktirdiğim kağıtları, koridorlardaki panolara yapıştırdım. Kahrolsun akademizm, diye bağırmak istedim mitralyöz sesleri eşliğinde. Kahrolsun! Tüm resmi, yarı resmi ve özel kurumlar, kahrolsun, kahrolsun…” (s.89)

Bu öfkenin, kahrolsun nidalarıyla, mitralyöz beklentisiyle bitirilen lisansın, yarım bırakılan yüksek lisansın ardında yazarın özgünlüğünü (üslubunu) ve özgürlüğünü (her türlü tartışmada, anlaşmada kendi başınalığını) koruma kaygısı yatıyor. Rüzgar akademiye neden bu kadar sövüp saydığını aslında şu satırlarda açıklamış.

Akademik eğitim düz bir çizgi üzerinde yürümeyi başaranların köprünün karşısına geçebildiği ama kendi köprüsünü inşa etmek isteyenlerin, nehre düşerek, en acı şekilde can verdiği bir öğrenme biçimidir.” (s.37)

Bu bölümde andığımız kavramsal öbeklerin bir yandan Rüzgar’ın çocuksu ve samimi söylemleriyle iç içe olduğunu belirtip romanın olumsuz bulduğum yanlarına geçebiliriz. 

Yeraltı yeraltı… Yordun beni yeraltı! 

Rüzgar’ın romanı okuru zaman zaman yoruyor! İlk elden bunu söylemek isterim. Bunda elbette benim yukarıda anılan üç yazardan da tek satır okumayışımın payı olabilir, bilemiyorum. Lautreamont, Celine gibi doludizgin yazarlar okudum fakat bu saydıklarım ne ölçüde Rüzgar’ın yeraltısına dahil, daha doğrusu Rüzgar kendi yeraltısını nasıl tarif ediyor bir şey diyemem. Tek söyleyebileceğim bu üslubun yabancısı olanlarca çok rahat özümsenmeyeceği… Bununla birlikte Beat Pazarı’nda “laf kalabalığı” olarak nitelendirebileceğimiz bazı bölümlere de rastlıyoruz. Yazar anlamı kuvvetlendirmek, bilinç akışını pekiştirmek için metnin ritmini ikinci plana atabiliyor. Özensizlik şeklinde adlandırmak haksızlık olur fakat “kendini fazla kaptırma” halinin betimde ters teptiğini görüyoruz. Örneğin kaldığı yurdu betimlerken şu ifadelere yer veriyor yazarımız: “Akademik çöplüğü andıran özel kız yurdunun ucuz temizlik malzemesi kokan koridorlarında yürüyorum.” (s.17) 

Burada temizlik malzemesi kokan koridorlar için “ucuz” vurgusu yersiz/fazla kaçmış. Veya şu örnekte olduğu üzere ifadeler yineleniyor.

O an olan şey bana şaşırtıcı ya da gerçekdışı gelmiyor. Şemsiyelerin uçabilme kabiliyeti olmadığını düşünmüyorum, bu bana son derece olağan geliyor.” (s.19)

Şaşırtıcı, gerçekdışı, olağan gibi ifadelerin art arda dizilmesi anlatının ahengini bozuyor. 

Hiçbir motorlu taşıt hakkında en ufak bir bilgi birikimine sahip değilim.” (s.128)

Bilgi ve birikimin birlikte kullanılması okurun kulağını tırmalıyor. Diğer yandan ise anlaşılmaz ifadelere rastlıyoruz: “Yer sarsıntısına benzeyen beş katlı bir binayım sanki.” (s.130)

Beş katlı bir bina yer sarsıntısına benzetiliyor sonra o benzetilmiş hali de yazarın anlatıcısına benzetiliyor. Böyle de olabilir elbette ancak ilk benzetmede yazarın ne demek istediği pek anlaşılmıyor. Yer sarsıntısına yakalanmış beş katlı bir bina olsa anlayacağız da! “Şair burada ne demek istemiş” sorusunun yanıtı yok! Devam edelim… “Ruhum burada ev sahibi olmayan bir eve konuk gibi.” (s.141) 

Yukarıdaki örneğe benzer biçimde bu cümleye de bir anlam karmaşası hakim… Ruh “ev sahipsiz bir ev”e mi konuk olmuş yoksa ruhun ev sahibi olmadığı mı iki kez belirtilmiş, anlayamıyoruz. 

Yazıyı noktalarken Rüzgar’ın yazma arzusunu da tetiklediğini düşündüğüm açmazı, girişte paylaştığım alıntıyı anacağım. Doğrusu hayat Beat Pazarı‘nda da geçtiği üzere bir tür “kaba gerçekler dizisi” ve ne yazarsak yazalım ne yaparsak yapalım “estetik bir süreklilik” sağlayamıyoruz. Belki tüm bir sanat kavgası bundan dolayı yaşama göbekten bağlı… Bazen taşikardi bazen bradikardi çarpıp gidiyoruz işte!

Not: Yazıdaki alıntılar Yeşim Rüzgar’ın Beat Pazarı adlı eserine aittir. Kitap Öteki Yayınları tarafından Ocak 2021’de basılmıştır.

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: