WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

Adsız’da Yedi Gün ya da Bozkırın Ortasında Annesiz Bir Rüya

Adsız’da Yedi Gün Filiz Elasu‘nun üçüncü romanı. İlk romanı Oyun 2012’de yayımlanan yazar 2014’te ise Gezi Apartmanı‘nı kaleme almış. Adsız’da Yedi Gün Elasu’nun artık olgunlaşan üslubunu ortaya koyuyor. Romanda ilk olarak yazarın dile hakimiyeti dikkat çekiyor. Okuru yormayan, rahat akan bir kurgu ile karşı karşıyayız. Bunda da kuşkusuz giderek bir yüzleşmenin gerilimini, merak duygusunu incelikli işleyen ve olayları bir haftaya yayıp zaman öğesinden maksimum verim sağlayan tercihin payı büyük… Romanın bir diğer meselesi ise varlık-yokluk ikilemine ve buradan hareketle kimlik arayışı ile ifade ihtiyacı üzerine kurulmuş. Baş kahramanımız Salih yol boyunca, hafta boyunca kendini arıyor, kavuşmaya ve teselli bulmaya çabalıyor. Zaten olayların “Adsız” adında bir coğrafyada geçmesi, kitabın hemen başında, içerdiği yer adlarının ve mekanların gerçeği yansıtmadığı bilgisi, dahası kapakta güneşe doğru kıvrılan çift şeritli bir asfalt yol görseli, bize (insana) ait olanın, diğer bir deyişle basit olanın bir tür sonsuzluk ve kurgu içinde yitişini de açıklıyor. Buradaki sonsuzluk vurgusuna, romanın sarı sıcak bir denizin seslerine sunuluşuna tekrar dönmek istiyorum fakat öncelikle romanı kısaca anmaktan yanayım. Adsız’da Yedi Gün nasıl geçiyor bir bakalım.

Yolculuk… Büyük şehirden Bozkıra, betondan sarp kayaya…

İhtiyar olarak andığı babası Musa’yı bir sol partinin düzenlediği gecede konuşmak üzere çıktığı kürsüde kaybeden Salih defin işlerinin ardından anneannesiyle görüşmek için memleketine doğru yola çıkar. Roman bu yolculuğu, anneanne Meryem’e kavuşma, babayı yad etme ve özü bulma biçiminde kendi içinde dallara ayırarak zenginleştiriyor. Salih eski model otomobiline atladığı gibi soluğu Anadolu’nun toz toprak yollarında alıyor. Yalnız çıktığı bu yolculukta ona kafasının içindeki ses eşlik ediyor. Uzun ve yorucu baş ağrılarının ardından kitapta ayrıntılarıyla belirtilmese de nörolojik temelli olduğunu tahmin ettiğimiz nöbetler geçiren Salih köye vardığında anneannesinin kısa bir süre önce kaybolduğunu, daha sonra bulunmasına karşın bir civar köyde kaldığını öğreniyor. Burada çocukluğu ile yüzleşen, büyüdüğü evi ziyaret eden Salih öte yandan içinde kabaran duygulara engel olamıyor. Akrabası Mustafa ile dostluk geliştirirken başka bir dünyadan bulduğu Nuray’a da ilgi duymaya başlıyor. Roman boyunca Salih’in eşlikçileri eksik olmuyor. Onu nöbetlere sürükleyen Ses’in bıraktığı yerden bu kez rehber çocuk Neşet alıyor, o da ören yerlerini gezdiriyor Salih’e, bir yandan ise bölgenin mitolojik arka planını ve tarihini anlatıyor. Anneannesinin kaldığı köye giden Salih burada kendi geçmişini aydınlatıyor. Baştan sona bir arayış halinde geçen roman Salih’in aydınlanmasıyla son buluyor.

Yazarın bir diğer romanı Gezi Apartmanı 2014’te basılmış.

Annesizliğin serbest düşüşü ve her duyguda anneye yönelme hali

Romandaki belirgin duygunun Salih’in eksikliği olduğunu söyleyebiliriz. Anne şefkatinden uzakta, netlik’ten başka bir şey bilmeyen, sevgi vermesine karşın şüphesiz bir ananın yerini tutmayan babasıyla büyümüş Salih. İstanbul ona iş vermiş, gazetecilik yapmış, haberler, makaleler çevirmiş. Ekmek vermiş, geçimini sağlamış. Sosyal bir çevre vermiş. İlişkiler vermiş, sevgili vermiş. Nedir ki ne İstanbul ne babası Salih’e anneyi vermemiş, verememişler. Annesini çocuk yaşta yitiren Salih köyüne aklı ve gönlü bulanık dönüyor. Annenin ardından babayı yitirmenin, köksüz kalmanın acısı ve şaşkınlığıyla. Kazık kadar adam olmanın işe yaramazlığıyla… Henüz gidiş yolunda Ses’in müdahalesi içe dönük amansız bir sorgunun da fitilini ateşliyor. Ses’in açtığı kadınlık tartışmaları Salih’in içindeki annesizliği harekete geçiriyor. Ses “Demek, Meryem’in şehrinden gelip Meryem’i arıyorsun” (s.47) diye aklını karıştırıyor Salih’in. Böylelikle bir yanda bilinmezliği inşa ederken bir yandan ipucu niteliği taşıyan anahtar özdeşleştirmeler sunuyor. İstanbul’un Helena ve Meryem Ana figürleriyle anılması, Salih’in ise tamamen kimsesiz kaldıktan sonra Meryem Anneannesine kavuşmak için yola düşmesi zihninde bir tür çember etkisi yaratıyor. Kendinden gelip yine kendine gitmenin tarifini de ortaya koyuyor. Bu çemberde Salih’i zorlayan unsur ise annesizliği. Çemberin bir yanı anneye kavuşmanın telaşını temsil ederken diğer yanı adeta ondan kaçmanın ve çocukluğun başıboşluğunu simgeliyor. Yazar bu çemberin tam ortasına ise Kibele’yi oturtmuş. Kibele, Frigya başta gelmek üzere Anadolu uygarlıklarında Ana Tanrıça/Magna Mater olarak bilinen; tarımsal üretimin, bereketin kutsandığı dönemlere ait bir kült… Eski Yunan’da adı değişiyor, Artemis oluyor ve bununla birlikte zamanla tasvirinde de önemli değişiklikler yaşanıyor. Ionia dahil Anadolu uygarlıklarında çok memeli veya abartılı bel ve kalça ölçüleriyle çizilirken Yunan kültürü, analığından ziyade cinselliğini, güzelliğini öne çıkaran, dişiliğinin başka bir yönüne, cazibeye vurgu yapan bir Artemis ele alıyor. Artemis avcılığı ile öne çıkıyor. Yine Roma’da Diana Artemis’e karşılık geliyor. Ancak hepsinde de kadınsı hatların varlığını, o yuvarlaklığı işaret edebiliriz.

Bir Kybele heykelciği görüyoruz. Ana Tanrıça oturur vaziyette ve ellerini her iki yanında hayvanlara dayamış. Bu haliyle gücünü yansıtıyor. Betimde abartılı kadınsı hatlar dikkat çekiyor.

Kitapta karşılaştığımız kadınların ortak özelliği ise Kibele’yi, başka bir deyişle anne’yi andırmaları… Salih’in köylüsü Ademiye Teyze’nin nasıl tanıtıldığına bir bakalım.

Demek adı buydu, Ademiye… Daha önce böyle bir ad hiç duymamıştı, Adem’in dişi versiyonu olmalıydı. Ademiye’nin gözlerinden minik gülücükler saçılıyordu. Kısa, hafif şişman vücudu, oturduğu yerde, tıpkı gözleri gibi enerjiyle kıpırdanıyordu. En az yetmiş yaşında olmalıydı, tombul yüzü, yanakları pırıl pırıldı.” (s.87)

Ademiye Teyze “Adem’in dişi versiyonu” olarak anılıyor yani bir bakıma ilk insan, ilk kadın o, başka bir deyişle hepimizin anası ve eşkâli Ana Tanrıçanın hasletlerine mahsus betimlenmiş sanki. Tombul yüzlü, hafif şişman, yaşına rağmen pırıl pırıl ve olgunluğunu üretkenliği ile birleştirmiş bir kadın bu. Salih’in gönül verdiği Nuray ile sürdürelim sözü.

Bir koşuşturmanın içerisindeymiş gibi telaşla, nefes nefese konuşuyordu Nuray. Yemenisi hafifçe sıyrılmış, siyah saçlarından uzun bir perçem önüne dökülmüştü. (…) Minik çiçekli şalvar, v yaka uzun kollu tişörtü ve yeleğiyle hafif tombul bedeni koltuğun içinde kaybolmuş, elindeki kitaba çoktan dalmış gibi görünen Nuray’a bakakaldı Salih.” (s.118-119)

Nuray’ın Salih’i etkilemesi şaşırtmamalı. İstanbul’un tüketim çukurunda emeğine yabancılaşmış, eylem trafiğinde hakiki bir harekete hasret kalmış Salih, konuşması bile telaşlı, canlı olan Nuray’a vuruluyor. Nuray’ın da bedeni tombul ve şalvarı-yeleği ile bir nevi tarımsal üretimi, kırsal yaşamı imliyor. Onu oradan alıp bir yere götüremezsiniz o orada güzel; oturduğu koltukta, ekilip biçildiği toprakta! Günler akıp giderken, tebdili mekanda ferahlık olması beklenirken Annesizlik hatırası Salih’in peşini bir türlü bırakmıyor öyle ki Nuray’a yönelmek istediği anlarda görünmez bir el onu durduruyor. Belki anne imgesini yaratıyor zihninde ve yasaklıyor kendine Nuray’ın tanrıça bedenini. Bu gerilimin izlerini şu satırlardan sürebileceğimizi umuyorum.

Bir süre öylece durdular, Salih’in gözleri sadece asmayla değil Nuray’ın varlığıyla neredeyse dokunabileceği, hissedebileceği yakınlıkta bu genç kadının anlattıklarının, onun tutkusunun keşfiyle de kamaşmıştı.” (s.192)

Bir an, duygularının aklına hükmettiğini, varlığının en derin noktasından bir şeyleri, hayvani bir itkiyi harekete geçirdiğini ve ondan yükselen ivmeyle elinin, Nuray’ın koluna uzandığını fark etti. Onu tutup çekmek, sonra da bedenini kendi bedenine bastırmak arzusu, beklemediği kadar güçlüydü. Havaya kalkan elini görmesiyle yabancılaşması, ona ait değilmiş gibi bir başka gücün şaşırtıcı etkisiyle bastırması arasındaki süre çok kısaydı ama becerebildi. (…) Nuray fark etmemişti. Hâlâ hayranlıkla kendi emeğine, büyüyüp serpilmesine katkıda bulunduğu bitkiye, ince damarlı, parlak asma yapraklarının göz alıcı yeşiline, morla siyah arası yuvarlak sulu üzüm tanelerine, kendinden geçmişçesine bakıyordu.” (s.193)

O hâlâ bıraktığı yerde, gözlerini ayırmadan, kıpırdamadan asmasına bakmaktaydı. Salih’i duymamış, cevap vermemiş, başını çevirmemişti bile. Bir insan nasıl böyle kaybolabilir, kendini bırakabilir, bir heykel gibi onca zaman hareketsiz kalabilirdi, aklı almıyordu.” (s.195)

Nuray’ın Salih’in arzuları karşısında yalnız kendi emeğiyle sarhoş olması, emeğine tüm varlığını koşulsuz teslim etmesi hatta emeği karşısında putlaşması onu bir tür azizeliğe yükseltiyor. Kitabın bu bölümünde Meryem idealinin somutlaştığını görüyoruz. Nuray Meryemleşiyor. Neşet’in kilisede Salih’e gösterdiği freskte vurgulanan annenin (Meryem’in) oğluna (İsa’ya) bakışına benzer şekilde anaç duygularla bakıyor eserine, emek verdiği asmaya. Dolayısıyla Salih’in Nuray karşısında eyleme geçemeyişi, görünmez bir el tarafından durduruluşu bir tür çocuk acizliği ve hayranlığı olarak ifade edilebilir. Zira ilerleyen satırlarda Salih Nuray’a neden dokunamadığını, neden çekindiğini üstü kapalı da olsa açıklıyor.

Nuray’ın asmayla, onunsa Nuray’la olan ilişkisi -daha doğrusu ilişkisizliği- ne kadar farklıydı! Kendini ürkek bir ceylanla karşı karşıya gelmiş, onun kıpırtısız, hipnotik gözleriyle afallamış, bir yandan silahını doğrultmak isteyen bir yandan da namluyu doğrulttuğu anda hayvanın kaçabileceğini bilen ve bu yüzden ceylan kadar korkan bir avcıya benzetmişti.” (s.194)

Salih’in bu tedirginliği, bu gelgitleri çocuksu bir korkuyla açıklanabilir. Salih her ne kadar Nuray’da ilkin cazibeyi keşfedip cinsel yönden kendini kaptırsa da sürekli kışkırtılan imgeler neticesinde  annesizliğini hatırlıyor ve emek (evlat) karşısında donup kalma haline bir kez daha yücelik bahşediyor. Devamında Salih’in Nuray ile yaşadığı, Salih’in uzaktan, Nuray’ın ise gıyabında katıldığı bir arınma töreninde kahramanımız ruhsal doyumun doruğuna varıp bilinçlenmeye başlıyor ve bilinçlenme onun insana yaklaşma çabasıyla sürüyor. Salih ilerleyen satırlarda Mustafa ile karşılaştığında yalın bir dilden konuşuyor.

İnsan ne diye gerçek olmayan, boş laflar kalabalığına sokardı ki kendini? Konuşmak zorunda hissetmek ama aslında konuşmak istememek, bu ikilem tüm zevzekliğin kaynağı olmalıydı. Toplumsal ilişkilerin, dostluğun, akrabalığın, ailenin, sevginin kısacası sorumlulukların yükü, öncelikle dile yüklenmişti.” (s.198)

Burada dilin devreden çıkarılmasını, annesizliğin hatırası ve vücut diline ihtiyaç biçiminde okuyabileceğimizi düşünüyorum. Salih asma ile Nuray arasındaki ilişkiden esinlenerek arındığından ötürü dil oyunlarına ve bu oyunlardan en yamanı sayılan yalana karşı tavır alıyor. Salih’in tüm bir yolculuğunu “anneye kavuşmak, anneyi hatırlamak” üzere tasarlayıp gerçekleştirdiği yorumuna alıntıladığım satırlardan ulaşabiliyoruz. Nitekim romanın sonunda anneye kavuşma çabasının bir aydınlanmayla yeniden soyut bir düzleme taşınması Salih’in iletişimini de rahatlatıyor. Bu rahatlamayı şu satırlardan kavrıyoruz:

Birden başı döndü, sendeledi ama Nuray tuttu onu. Kolunu sımsıkı yakalamıştı. Şimdi göz gözeydiler. Onun iri, deniz mavisi gözlerini hiç bu kadar yakından görmemişti. Mavide sarı hareler vardı, gözbebeklerinin etrafında güneşe bulanmış gibi ince halkalar… Gözbebeklerinde kendisini görebiliyordu Salih, kendi yansımasını.” (s.270)

Filiz Elasu

Siyasal çoraklık, Bozkır bağnazlığı ve Anadolu bilgeliği

Adsız’da Yedi Gün Salih’in arayışı etrafında şekillenirken, onun özgürleştiği bir haftayı konu alırken bir yandan siyasal göndermeler barındırıyor. Bu göndermelerin ise günümüzde toplumsal gerilimi besleyen etnik ve dini kimliklere işaret ettiğini görüyoruz. Aslında buraya gelmeden bir noktanın altının çizmekte yarar görüyorum. Anadolu bize neyi anımsatıyor? Soruyu doğrudan sorarsak: Genç kuşaklar için ne anlama geliyor? Bir alay konusu Anadolu… “Anadolu bilgeliği” dendiğinde eşekle cinsel ilişkiye giren “ortalama yurdum insanı”, başka bir deyişle bu toprakların vasat tabiatı geliyor akla oysa Anadolu Ahi teşkilatından tutun, zengin tasavvuf yorumlara değin birçok sosyo-ekonomik yaşam öğretisini barındıran insanlık tarihinin açıkça takip edilebildiği gelişim merkezlerinden… Ana Tanrıçanın varlığı bile bereketin, üretimin, yaşamın bu topraklarda ne ölçüde değer gördüğünü ispatlıyor. Peki ne oldu da Anadolu bugün Müge Anlı programlarıyla algılanır, dahası yargılanır oldu? Bu çürümeye nasıl varıldı? Şüphesiz ekonomik koşullardan söz edebiliriz. Büyük şehirlere göç, geçim imkânlarının kısıtlılığı, dayanışmayı esas alan esnaf örgütlülüğünün gayriahlaki bir atılım ruhuyla yağmalanıp çözülmesi, tarımın kötürüm bırakılması vs. Liste uzayabilir. Diğer taraftan işin bir de cumhuriyetle hesaplaşma boyutu var. Zaten Bozkırın Anadolu ile ötesinde ülkenin betonarme, monoblok, nato mermer (buraya dilediğiniz sıfatı koyabilirsiniz) toplumsal yapısıyla örtüştürülmesi küçük şehirlerde biriken siyasal enerjinin cumhuriyeti boğmaya dönük hamlelerinden kaynaklanıyor. Bu sebepten Anadolu’ya bakıldığında bilgelikten ziyade “bozkırın cevabı” görülüyor. Cumhuriyete karşı yükselen devrim… Ana tanrıçayı boğazlayan, çok renkliliğin üzerine simsiyah bir çarpı çeken bir devrim… Bir siyasal çoraklık… Geçmişini yutan, geleceğine kem bakan, bağnaz bir Bozkır… Elasu romanında Anadolu’nun, Bozkırın dünü ile bugünü arasındaki bağların kopuşunu ve bu kopukluğun kültürel bir çoraklığa yol açışını işliyor. Anlatısında Bozkırı kötü anmasa da satır aralarında tekçi ve bağnaz bir portre ile yüz yüze kalıyoruz. Adsız, kimliklerin, aslın arandığı, saklananın, halının altına süpürülenin karıştırıldığı, kermelerin kaldırıldığı, açık yaraların kaşınıp kanatıldığı bir coğrafya… Buradaki tüm adlar da saklı yahut salt doğayla ilintili: Saklı Kaya, Saklı Vadi, Güneşkent, Ejder Kayası, Adsız… Salih bu kayalığa, tekliğe ve bu netlik ile çelişik değerlendirebileceğimiz gizeme şaşırıyor: “Buralarda ne çok “Saklı” yer vardı, Saklı Vadi, Saklı Kaya… Kayalar mı saklanıyordu yoksa insanlar mı?” (s.138)

Bu çoraklık hali yerleşimlerin tasvirine siniyor ve genellikle kaya vurgusunun öne çıktığı tablolar elde ediyoruz.

Güneşkent, dev bir kayanın dibine kurulmuş eski çarşı merkezi, uzunca bir caddenin etrafına kümelenmiş bir kısmı modern, çoğunluğu geleneksel mimariye uygun binalarıyla, tarihi bir ilçeydi.” (s.62)

Saklı Kaya köyü, her biri en az elli metre yüksekliğinde iki kaya kütlesinin arasındaki düzlüğe kurulmuştu.” (s.144)

Elasu bu tek tipliliği, sağlamlığı ve Salih’in defalarca eleştirdiği “netlik” meselesini Bozkırın güncel ruhuna da pek uymayan bir diyalektik ile kıyaslıyor. Adsız’da Yedi Gün bir yolculuk anlatısı olmanın yanı sıra hareketin önemine de sıklıkla işaret edilen bir roman. Bazı örnekler aktarmak istiyorum.

Zaman, farklı boyutlarda, farklı akışlara sahiptir.” (s.23)

Suyu değişmeyen havuz, kirlenir.” (s.103)

Durgun suda değil, ancak akan suda yıkanabilirsin.” (s.106)

Asıl olan akıştır, yaşamın enerjisi akıştadır.” (s.107)

Yukarıya aldığım satırlarda değişimden hayranlık ile bahsedilirken ilk örnekte olduğu üzere değişime varoluşsal bir anlam da yükleniyor. Yazar bu çelişkiyi dışavurmakla yetinmeyip siyasal bir çerçeveden de göz atıyor Bozkırın malzemesine. Özellikle Salih’in civarda gezinirken alkol bulamaması, şortlu kişilerin yadırgandığı şeklinde anlaşılabilecek ifadeler kullanması bağnaz bir iklimi ele veriyor.

-Bira yok mu? Turistik yer değil mi burası? Çocuk, ne diyeceğini bilemez bir edayla elindeki küçük alüminyum tepsiyi göğsünde sıkarak cevap verdi: Belediyenin kararı… İşletmeyle alakası yok abi!” (s.64)

Burada, sadece turistler şort giyiyor olmalı diye hayıflandı Salih.” (s.99)

Gerçi Elasu’nun romanı Anadolu’yu artık kurtarılamaz bir halde betimlemiyor. Zaman zaman karşımıza, yolcumuza tarlasından kavun ikram eden amcalar çıkabiliyor. Yahut Anadolu Bilgeliğini büyümüş de küçülmüş Neşet’in olgunluğunda yakalayabiliyoruz. Neşet her yerde karşısına çıkıyor kahramanımızın, bazen ören yerinde bazen bir köy düğününde. Onu da annesi terk etmiş, belki Salih’in Ses’ten sonra kafasında canlandırdığı bir karakter, doldurduğu bir boşluk o fakat aynı zamanda Anadolu bilgeliğine duyulan özleme denk geliyor… “Bizim böyle Neşetlerimiz de var demek” için çatılmış bir karakter… Bizim Abdallarımız var, köklerini inkar etmeyenlerimiz… Bozkırda tezenelerimiz de var. Neşet Ertaş söz gelimi. Veya sinemada Ahmet Uluçay…

Elasu’nun Anadolu’suna şöyle bir değinip romanda olumsuz bulduğum taraflara geçeceğim. Adsız’da Yedi Gün bir yönüyle Bozkırın romanı… Onu “Salih’in yedi günü” olduğu kadar “Bozkırın yedi günü” olarak da okuyabiliriz. Yazar Bozkır ile esaslı bir hesaplaşmaya girmiyor fakat medeniyetlerin gölgesini de düşürüyor metnine. Bu gölge oldukça silik çünkü günümüz gerçekleriyle pek uyuşmuyor. Anadolu Bilgeliğinin yanı sıra bir Anadolu Kardeşleşmesi de öngörülüyor. Yine Neşet seslendiriyor bu kardeşçe düşünceleri:

Bu vadide, Hristiyan keşişler ve Müslümanlar birlikte çile çekermiş, ibadetlerini birlikte yaparlarmış.” (s.73)

Adsız ise bir köksüzleşmeyi, bir inkarı, bilinçsizleşmeyi topluyor adının eteklerinde. Malum, bu çile artık çekilmiyor. Artık çilede bile ortaklaşılmıyor!

“Erken inen” final ve “varlığın yarığı” meselesi

Elasu’nun romanında eksik bulduğum yanlar da var. Yazar olayları iyi açmış, başarıyla serip dökmüş fakat bağlarken sanki biraz aceleci davranmış; daha doğrusu dağ fare doğurdu hissi uyandırıyor vardığımız final. Evet, gizem çözülüyor, kahramanımız az da olsa feraha eriyor ve/veya Salih şahsında okur sıkıntılarını içselleştirerek kahramanın çilesine ve arınmasına ortak oluyor, arayışına katılıyor ancak diğer yandan son üç gün Ahmed Arif‘in dizelerine nazire yaparcasına Elasu akşamı erken indiriyor bozkıra! Yazarın tercihi, kahramanının serüveni; bir şey diyemeyiz neticede.

Açıkçası Neşet’in tavırları da bana çok bilgiç gelmişti, hatta bir noktadan sonra itici bile bulmuştum. On iki yaşında bir çocuğun Anadolu medeniyetler tarihine hakim olması, arkeoloji mezunu olmama rağmen benden daha fazla şey bilmesi keyfimi kaçırmıştı, ne yalan! Fakat onun köylü kadınlar tarafından belli belirsiz tanınsa dahi Salih’in hayal ürünü olabileceği ihtimalini yabana atmadım ve bir süre sonra onu olduğu gibi kabullendim. Son olarak yazarın birkaç yorucu cümlesini ve bir kavramını almak niyetindeyim.

Elasu romanın genelinde dile hakim, özellikle kişilerin ruh halini betimleyen ifadeleri biraz uzun tutmuş ancak bu bölümlerde dahi metin üzerinde kontrolü kaybetmemiş. Ufak tefek kusurlar bulunabilir. Arayan her göz aklına yatmayan detaylar bulur nasılsa! Benim gözüme şunlar takıldı.

Suçluluk duygusu filan durmuyordu!” (s.65)

Yazar burada kahramanının ruh halini vurgulamak maksadıyla ifadeyi dolandırsa dahi “suçluluk filan duymuyordu” ifadesinin de yeteceğini söyleyebiliriz. İfade biraz ağırlaşmış. Bir benzerine ise şurada rastlıyoruz:

Mustafa’yla sorun olmamıştı, çünkü onun enerjisi, rahatlığı, dobralığı, Salih’in asosyalliğine panzer olmuştu.” (s.35)

Şayet burada yazar “panzehir” yazmak istemiş, otomatik düzeltme “panzer” biçiminde yazmışsa anlaşılır fakat bile isteye “panzer” yazmışsa Elasu, bu benzetmeyi pek uygun ve edebi bulmadığımı söylemeliyim. Bir de “varlığın yarığı” meselesi var. Gözüme çarpan satırları buraya alacağım.

Nasıl bilebilirdi ki Neşet? İçinde uyanan sızıyı, o derin, hücre köklerine kadar yuvalanmış yarığı bilebilir miydi?” (s.78)

Evet, kibir, insan ilişkilerine eninde sonunda damgasını vurmayı başaran en büyük zaaf oydu. Varlığın yarığıydı…” (s.109)

Yazgı neydi ki? İnsanın yazgısı, doğumdu, ölümdü, doğumunda getirdiği kamburuydu, varlığının yarığıydı…“(s.174)

Gözümden kaçanlar da vardır muhakkak. Bana kalırsa bu ifadenin kullanımındaki esas sıkıntı Elasu’nun bize bu ifadeyi belli bir alanı doldurması beklenen bir kavram olarak verip hemen peşinden sıradanlaştırması… “Varlığın yarığı” dendiğinde hani bir şeye denk gelsin, bir anlamı çekip çevirsin diye umuyoruz fakat bu ifade kah kibri kah yazgıyı karşılıyor. İlk alıntıda altı çizilen, bir tanıma dahil edilmeyen ve bu bakımdan “kavramsal bir gedik” biçiminde tarif edebileceğimiz yarık anlatının devamında insana dair birçok çakıl taşıyla dolmaya başlıyor. Ama bir kez daha “yazarın tercihidir” deyip işin içinden sıyrılalım!

Adsız’da Yedi Gün kapağıyla da Salih’in yolculuğunu yanstıyor. Güneşe, sonsuza yönelen ve giderek kendine dönen bir kahraman

Adsız’da Yedi Gün için günün sonunda, “haftanın sonunda” ne diyebiliriz? Salih’in hızlandırılmış eğitimi mi? Yoksa günlerce süren bir düş mü? Çocukluk ile olgunluğun yer değiştirdiği, sadece zamanla mekânın değil Salih ile Salih olmayanın da birbirine dönüştüğü, sürekli kıvrılan bir yolculuk mu? Tarihten kesitlerle bezenmiş, coğrafyalarda derinlere inmiş, kök salmış ve serpilmiş bir anlatı mı? “Hepsinden biraz” demek sanırım en doğrusu olacak!

*Yazıdaki alıntılar Filiz Elasu’nun Adsız’da Yedi Gün adlı eserine aittir. Roman Ocak 2019’da Siyah Beyaz Yayıncılık tarafından basılmıştır. Baskısının üzerinden iki yıl geçmesine karşın kitabı çeşitli internet sitelerinde bulmak mümkün.

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: