Her sene bu mevsim bir ofansif mizah tartışması yapar. Son soğuklarla birlikte soğuk şakaların estirdiği rüzgarlar da yurdun çeşitli kesimleri üzerinde bir süre daha etkili olur, nisan başından itibaren havalar ısınır, ortam yumuşar, yüksek basınç mizahı terk eder. Hatırlarsınız, geçen sene bu zamanlar bir stand up gösterisinde komedyen Pınar Fidan Alevi vatandaşlarımızı incitebilecek sözler sarf etmiş (yahut yanlış anlaşılmış) ve durum küçük çaplı bir krize yol açmıştı. Bu sene ise yine Kadıköy’de bir kafenin duvarına asılı afişin yırtılması sonucu tekrardan ofansif mizah tartışmalarına gömülüverdik. Başka işimiz yokmuş gibi! Başka derdimiz yokmuş gibi! Bu ülkede ofansif mizah tartışmak için her daim sudan sebepleri ileri sürüp patırtı koparmasak dahi bir yemek kaşığı suda fırtına koparmasak dahi canımız çektiğinde bir kıvılcım çakabiliyor, kendi krizimizi kendimiz yaratabiliyoruz ve doğrusu ofansif mizah tartışmalarına absürt mizaha göz kırparak katılırken aslında bir taşla iki kuş vuruyoruz. Sonra kuş vurduğumuz için bu kez hayvanseverlerin hedefi haline geliyoruz, sonra onlar hedef haline geliyor, sonra hep beraber şoförün hedef haline geldiğini fark ediyoruz. Nihayet kavga Recep İvedik’in yönetiminde olduğu KAKADER üyesi bir grup kamyon şoförünün tartışmaya taraf olanlara ağız burun girişmesi ve sol siyasetlerin şoförler gibi emekçileri hedef alan bu tür kaba saba şakaların ancak ve ancak (siyasi yapılarının temel tezlerine göre) oligarşiye, patron ağa devletine, tekelci polis devletine, sermayeye filan hizmet edeceği yönündeki açıklamaları ile son buluyor.
Dalga geçiyorum öyleyse varım!
Dalga geçiyorum! Kendimle, eksiklerimle, fazlalarımla… Sevdiklerimle ve sevmediklerimle… Haydar Haydar! Günah benim, kime ne! Tekrar Haydar Haydar! Haydar’dan zabitlere… Anlaşıldı mı? Ama işte anlaşılmıyor ve kuşkusuz bir noktada “dur kardeşim, günah seninse bile o saatte o günahı ne demeye işliyorsun” diyebiliyorlar. Milletin ağzı afiş değil ki yırtasın! Son örnekte de afişi yırtılan kişi Deniz Göktaş… (Teşbih neyim değil ha, düpedüz afişini yırtmışlar!) Afişi yırtanlar ise Lgbti aktivistleri… Mesele Lgbti olunca insan haliyle duraksıyor. Bir kere zaten faşizmin baskına maruz kalan, sindirilmeye çalışılan bir grup var karşımızda ve mağduriyetlerine, en azından iddialarına sırt dönemeyiz. Olayların iç yüzüne dair fikir yürütmekle mükellefiz.

Bu örnekte de bir lgbti aktivisti gösterinin yapılacağı kafede, gösteriyi yapacak kişinin daha önce aralarında geçen bir yazışmaya dayanarak transfobik olacağına hükmettiği gösterisinin afişini yırtıyor. Aktivisti (ya da aktivistleri) mekândan çıkarıyorlar anladığımız kadarıyla, bu esnada itiş kakış oluyor; yine iddialara göre darp ve hakaret yaşanıyor. Peki Deniz Göktaş kimdir? Geçtiğimiz aylarda kadın komedyenleri konu aldığım bir yazıda stand up’ın ülkemizde artık siyah tişörtten oduncu gömleğe kaydığını ve daha ziyade butik gösteriler vesilesiyle genç orta sınıf kitleye hitap eder bir çizgide düzenlendiğini ileri sürmüş, Göktaş’ın adını da anmıştım.* Deniz’in unisex bir isim oluşu ve kadın komedyenler vurgusu yanlış anlaşılmasın, Deniz Göktaş bir erkek… Cis midir cishet midir bilemem tabi! (O saydıklarım nedir, onu da bilmiyorum ya!)

Göktaş’ın herhangi bir performansını canlı-biletli izlemedim fakat internete yüklenen videolarından mizahına dair az çok fikir sahibiyim. Göktaş son dönemin en cool komedyenleri arasında ve yine belki cool kategorisinin en başarılılarından. “Cool” derken neyi kast ediyorum, açayım. Ofansif mizah dediğimiz meseleyi ofansif tarzını pek de açık etmeden, göze sokmadan, daha doğrusu mizahının sivri uçlarını söylemine yedirerek, “sinsice” işliyor! Yere bakıp yürek yakıyor anlayacağınız. Nasıl desem? Karıncanın belini incitmiyor! (Aman bu benzetmeyi kimse görmesin, anlayan çıkarsa yanarız vallahi!) Göktaş uzun lafın kısası işini bilen bir komedyen… Mizahı üzerine ayrıca konuşmak lazım. Tam olarak neyi temsil ediyor? Mesela ülkeden kaçıp gitmek isteyen neslin kalıp şaka yapan zeki bir temsilcisi mi yoksa salt bu yönünü görmek onu ve mizahını hafife mi almak olur? işte bunlar hep geniş bir tartışmada tüketilebilecek başlıklar. Biz ise bu başlıklara eğileceğimize, mizah gibi toplumun o en berrak aynasına uzun uzun bakıp saç tarayacağımıza yahut kına yakacağımıza (saçımıza yani) dönüp dönüp ofansif mizah tartışıyoruz. İnanın sıkılıyorum! Yani muhtemelen stand up’çı olsam herhalde mesleğe küser, köşeme çekilirdim. Birilerinin -bu birileri kim olursa olsun, ister anam babam olsun- sürekli “şunu konuşamazsın, bunu söyleyemezsin, ona değinmesen daha iyi olur” deyip durması insanı bırakın işinden, canından soğutur yahu! Şiir yazarken “hımm bu duygu çok aşırı oldu, sevdiğim incinebilir” diyor mu şair? Demiyor… Demez! Mizah da böyle bir şey ve zaten gücünü abartıdan, teşhirden, her türlü çatışmadan alıyor. Gözü karalığından alıyor. Kimseyi incitmeyecek bir şey istiyorsak osuruğa gülelim gitsin, neyi zorluyoruz ki! Olmadı iki güler, “iğrenç” deyip geçeriz. Veya Tiktok videoları işimizi görmez mi mesela? Gülmek için bizim kadar yorulan, bizim kadar gerilen bir millet daha yoktur herhalde!
Mizahta kırmızı çizgiler, anlaşılırlık sorunu ve nitelik ya da mizahta maksadı aşmak diye bir şey yoktur, güldürmüyorsa maksat aşılmıştır
Ofansif mizah tartışmalarının gelip dayandığı yer “hassasiyetler, değerler, saygı” Bermuda üçgeni ancak burada mizahın ofansifi-defansifi ayırt edilmeksizin topyekûn hedefe konduğunu değerlendirip tepkiyi o düzlemde vermek, hattı değil sathı savunmak gerekiyor. Mizahın ofansifi kabahatli ama “bize suya sabuna dokunmayanından tartıver” gibi bir zihniyetle fazla uzağa gidemeyiz… Ofansif mizahın yerilmesi ancak esas olarak mizaha kırmızı çizgiler çekilmesi; insanların, “yaşamın ciddiyetine, o asık suratına direnmek” ve canını her ne sıkıyorsa ona muhalefet etmek gibi temel haklarını da kısıtlamak anlamına gelmiyor mu?
Açıkçası mizaha kırmızı çizgiler çekmeye karşıyım fakat mizah nasıl ele aldığı malzemeyi dokunulmazlık zırhını ayıklıyorsa icranın ve yöntemin de bir dokunulmazlığa sahip olmadığını hatırlamak gerekiyor. Mizah her kesimin kutsalını, hassasiyetini işleyebiliyorken kendisi kutsal bir mertebe kazanmıyor şüphesiz. Ofansif mizah da eleştirilmez değil, elbette eleştireceğiz. Güncel örnekte “transfobik söylem” geliştirildiği söylense ve yakın örneğimizde ötekileştirilen bir kesimin (Alevilerin) hedef alındığı görülse bile bu mizahın uygulayıcılarını bizzat “ötekiler” biçiminde niteleyebiliriz. Zira ofansif mizah dokuz köyden kovulan bir türe denk düşüyor ve bu yönüyle ne zekaya ne basit zevklere hitap ediyor. Alıcısını daraltmanın veya genişletmenin peşinde değil, büyük sözler söyleme iddiası, toplumun tüm kesimlerini güldürmek gibi bir derdi yok. Bu yokluklar ise ofansif mizahı ister istemez düzen dışına taşıyor. Yerleşimi itibariyle düzenle uyuşmayan bu mizah türü malzemesini tamamen düzenden devşirince bir çelişki doğuyor. İkinci bir zıtlığı ise sağlanan malzeme üzerinden tarif edebiliriz. Ofansif mizah ya tabu yıkıyor ya zayıflarla uğraşıyor. Yani bir yanıyla düzen dışı bir eğilim taşırken diğer yanıyla düzenin söylemlerini yeniden üretebiliyor. Tabu yıkmak noktasında pedofiliyi mizah konusu yapma pratiğini örnek verebiliriz. Ofansif mizah modern toplumların büyük ölçüde yasakladığı şeyleri güldürü unsuruna çevirmekten sakınmıyor. Diğer taraftan azınlıklara, ötekileştirilenlere yönelik kullanılan dil rahatsızlıklara yol açıyor. Bu bakımdan ofansif mizahın rahatsızlığını iki boyutuyla değerlendirmek mümkün. Evrensel değerlere dokunduğunda insanlığın önemli bir kesimini hedef alırken yerel ayrımcılıkları kışkırttığında ise belli bir alanda tepki uyandırıyor. Yerel hassasiyetlere vuran mizahçılar dünya genelinde anlaşılamıyorlar. Yar her yerde aynı değil ki zülüf aynı olsun, tel her yerde aynı frekanstan titresin! Örneğin Alevi gençlerin cemevlerine pek sık uğramamaları, ibadetlerini yerine getirmemeleri yurdumuz dışında kolay kolay idrak edilemez. Hani en fazla Türkiye’den yoğun göç almış Almanya, Fransa gibi Avrupa ülkelerinde karşılık bulabilir. “Espriyi kaçırmak” dediğimiz mesele bu. Yerel mevzuların işlendiği, yerel ötekilerin itilip çekildiği espriler dünyanın öte yanındakini güldüremiyor ha keza öte yanın esprisi de bu topraklarda anlaşılmıyor. Bir de “kantarın topuzunu kaçırmak” var ki söz konusu ofansif mizah olunca kaçan şey genellikle espriden ziyade topuz oluyor. Pınar Fidan vakasında kantarın topuzu kaçmış, espri boşa düşmüş görünüyor. Göktaş’ta ise sahne performansı üzerinden değil bir yazışmadan niyet hatta bağlam okunuyor. Göktaş yazışmada “yarı taşak” ifadesini kullanmış ve taşaktan söz açması taşağını reddedenlerin canını sıkmış. Göktaş’a tekrar dönmek istiyorum fakat öncelikle ofansif mizah icrasında gözlemlediğim bir hususa daha değineceğim. Ofansif mizah pek fazla güldürmüyor. Daha doğrusu güldürmekten öte dikkat çekmek amacı taşıyor. Dikkat çekmeyi bir sorumluluğun yerine getirilmesi şeklinde düşünmek ise iyimserlik olacaktır. Ofansif mizah her ne kadar büyük toplulukların ilgi ve beğenisi dışında kalsa da alıcısına ulaşmanın yolunu yarayı kaşımakta buluyor. Dolayısıyla buradaki dikkat çekme çabasını mizahın değişen ruhuyla açıklamakta fayda var. Mizah kanıksatmanın bir aracına dönüştüğünde tehlikeli bir hal alıyor ve toplumsal muhalefeti boğuyor. Bunun güncel bir örneğini “Silivri şimdi soğuktur” göndermesi üzerinden verebiliriz. Mizah eğer düzenin ötekiler üzerindeki sistematik baskısını olağanlaştıran bir role bürünüyorsa başkaldırı vasfını da yitirmiş oluyor. Burada acıları normalleştirme ile kanıksamayı aynı kefeye koymadığımı söyleyeyim. İnsanın normalleşmesi, bin yıl önceki bir acıya bugün gülüp geçmesi son derece doğal, evriminin bir gereği ancak bugün çekilen bir acıyı, bugün göğüslenen bir baskıyı “olması gereken” gibi sunuyorsa orada durup düşünmeli… “Silivri şimdi soğuktur” için bu anlamda “defansif mizah” ifadesini yakıştırabiliriz. Öte yandan Zaytungvari mizahın da bir yenilgi edebiyatından beslendiğine değinelim. Zaytung tepeden tırnağa yenilginin mizahını yapıyor. En ince esprisinden en kalınına değin… Ofansif mizahın, çok daha düzeniçi sayabileceğimiz, oldukça popüler damarlardan beslenen Silivri ve Zaytung mizahlarından ayrıldığını gönül rahatlığıyla söyleyelim. Pir Sultan Abdal hani “bizim köpeğimiz bile haram lokma yemez” demiş ya. Bizim ofansif mizahçımız da yenilgiyi hiçbir koşulda kabullenmez ve yenilgi dersinden çıkardığı notları toplumsal sınavlardan, yol ayrımlarından, kırılmalardan önce biz arkadaşlarıyla (kamuoyuyla) muhakkak paylaşır!

Mizah kültürü yansıtan bir öğe… Toplumsal yaşamın hayati bir organı… Neye güldüğümüz neye ağlayacağımızı da belli ediyor ve elbette refah düzeyimizi, yastığa kafamızı rahat koyup koymadığımızı… Uyku kalitemizi… Keyiften mi gülüyoruz, zorumuzdan mı? Öfkeyle kalkıp mizahla oturabiliyor muyuz mesela? Tüm bunlar topluma dair fikir veriyor. Ofansif mizahın kabul görüp görmemesi de bir çeşit gelişmişlik-doymuşluk göstergesi sayılabilir. Canı burnunda bir toplumdan eşiğine gediğine kahkaha atması beklenemez. O toplumun ötekisi de acılarıyla yüzleşemez ve hayata gülüp geçme hakkına kola kolay erişemez. Dolayısıyla ülkemizde ofansif mizah zaman zaman tepki çekecektir, işte bu gerçeği de normalleştirip mizaha alet edebiliriz!
Evvela gülmek devrimci bir eylem değildir!
Sözü Deniz Göktaş ile bağlayacağım. Göktaş içinden geldiği sol kültürle dalga (taşak) geçebiliyor, bir zamanlar muhtemelen ciddiyetle ele aldığı şeyler üzerinden geyik çevirebiliyor. Mesele hassasiyet çizgisinde gezinmekse bu konuda tecrübeli olduğunu söyleyebiliriz. Tamam, sol çevreler eleştirel bir kültüre kapı aralar, çoğu bakımından özgürlükçüdür, kişiye ifade hakkı falan tanır ama şimdi birbirimizi kandırmayalım, hepimiz geçtik o yollardan! Solun da bu topraklardan (kodlardan, programlamadan, yazılımdan**) kaynaklı birçok kutsalı, değeri, hassası var. Solun da gıdıklandığı, yaklaşınca “sıcak”, uzaklaşınca “olur, bana uyar” dediği bir çok nokta var ve Göktaş o hassasiyetleri dahi gözetebiliyorken, dili bir nevi hassas teraziye dönmüşken (en azından şu güne değin hedef alınmaması bize bunu düşündürüyor) transfobik bir söylem geliştirip kendi ayağına sıkar mı? Dünkü çocuk değil ki! Öyleyse burada işin başka bir boyutu karşımıza çıkıyor: Linç atmosferinin desteği ile mizahı (bir kez daha) hizaya getirme gayreti. Anlaşılan o ki Göktaş’ı dolaylı olarak hedefe koyanlar da -alınmasınlar ama- ötekilik’lerinden aldıkları yetkiye/etkiye dayanarak küçük çaplı, minnoş iktidarlar kurmaya, daha yerinde bir ifadeyle kişisel egolarını tatmin etmeye çalışıyorlar. Buradan lgbti mücadelesinin yanında olduğumu ve var olma çabalarını ama’sız desteklediğimi belirterek noktalayayım. Altından geçmeye çekiniyoruz diye gökkuşağının varlığını inkar edemeyiz, değil mi ya!
** Gençler, Allah rızası için yazılım öğrenin bak! Vallahi aç kalırsınız!
Haydar Ali Albayrak