WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

The Irregulars: Sherlock Holmes tersyüz

Netflix’in İngiliz yapımı dizisi The Irregulars ilk sezonuyla yayınlandı. O meşhur Viktorya döneminde geçen diziyi Sherlock Holmes’ün de karıştığı bir gençlik fantastik yapımı biçiminde niteleyebiliriz. Tom Bidwell tarafından kaleme alınan dizi Sherlock’u, Dr. Watson’ı ve yine kuşkusuz kötü karakterleri işliyor ancak esas olarak bir grup kimsesiz (veya kimsesiz olduğuna inanan) ergenin hayatta kalma ve şehri şer odaklarından kurtarma serüvenine eğiliyor. The Irregulars Sherlock’tan esinlenmemiş de Netflix’in yayın politikasını Sherlock’a uydurmuşlar demek daha doğru olacak. Eşcinsel ilişkiler, her milletten ve sınıftan kaynaşıp tek yumruk olmuş karakterler… Hepsine geleceğim. Konuyu kısaca analım.

Londra’ya yaklaşan karanlık ve mahzenlerde kurulan direniş hattı

Yetimhanede büyüyen abla-kızkardeş Beatrice (Bea-Thaddea Graham) ile Jessica (Jess-Darci Shaw) Londra’nın bir kenar mahallesinde kendileri gibi kimsesiz arkadaşları Spike (McKell David) ve Bill (Jojo Macari) ile birlikte tabiri caizse yaşam mücadelesi vermektedir. Bir mahzende yaşayan kafadarlar kirayı ödemekte dahi zorlanırken hayatlarını değiştirecek bir teklif alırlar. Dr. Watson (Royce Pierreson) Beatrice ile iletişime geçip şehirde yaşanan çocuk kaçırma vakalarını çözmek için iş birliği önerir. Watson aslında bileğine dokunduğu kişinin zihnine girmek gibi özel güçleri olan Jessica’nın yardımını ummaktadır ki şehir paranormal olayların etkisi altına girmeye başlamıştır. Öykü ilerledikçe karanlık vakalar çeşitlenirken Sherlock Holmes (Henry Lloyd-Hughes) da kendini olayların ortasında bulur. Elbette bu arkadaş grubuna bir de kimliğini gizleyen Leopold (Harrison Osterfield) dahil olmuştur. Leopold kraliyet ailesinden gelmektedir. Buckingham Saray’ında ikamet etmekte, devasa odasında sarılıp sarmalanmış bir halde yaşamaktadır. Çocukluğundan beri Sarayın hatta odasının dışına çıkmasına pek izin verilmeyen, marazlı olduğuna inanılan/inandırılan Leopold zincirini kırar ve bir şehir gezintisi sırasında tesadüfen görüp çarpıldığı Bea’nın peşinden maceralara sürüklenir.

Leopold… Saraydan kenar mahallere, el üstünde tutulmaktan kendini işe yarar hissetmeye uzanan bir yolculuk

Sanayi Devrimi, Viktoryen Çürüme… Bir yanda saray saltanat bir yanda kir pas

Sir unvanlı İskoç yazar Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes serisi polisiye edebiyatın imzası adeta. Polisiye denince akla ilk olarak Holmes ve ortağı Dr. Watson geliyor. Holmes öyküleri haliyle orijinallerinden veya kurmaca dünyasından esinlenmiş birçok eser kazandırdı gösteri dünyasına… The Irregulars da onlarca Sherlock uyarlamasından biri (şimdilik sonuncusu)… Dizinin en cazip yanı kuşkusuz İngiliz yapımı olması. İngiliz aksanıyla “şiieellok” diye çağrılan kahramanımız bu öyküde epey geri plana düşse dahi 1800’ler Londra’sının çekiciliği The Irregulars’a artı puan kazandırıyor. Öyle ki semtin varoşlarından sis ile birlikte yükselen kamera kadrajı adeta tırmalayan sivri çatıları ve sanayileşmenin izlerini olanca çarpıcı bir uyum halinde sergiliyor. Bu dönemin Londra’sında ne çekerseniz çekin estetik bir taraf taşıması beklenebilir. Sokaklardan gürültüyle geçen at arabaları, her sınıfın meşrebine göre dikilen, abartılı, uyumsuz aslında uyum meselesini ihtiyaçlar ve zevkler doğrultusunda yeniden düzenlenen elbiseler, köşe başlarında birahaneler ve fahişeler… Katıksız bir proleter kültür… Kire pasa bulanmış, kömür karasından hallice yüzler, birbirini itip kakan insanlar. Saygı kavramının tedavülde olmadığı bir çılgınlık süreci… Bir cinnet hali… Tam da böylesi bir Londra’ya, saraylar ile mahzenlerin çekici zıtlığında ayakta kalmaya çalışan, çöküşün arifesinde bir Londra’ya kötülük gelmeyecek de nereye gelecek? Dahası zaten insana dair tüm kötülüklerin sergilendiği bir atmosfere bir “üstkötülük” doğaüstü yollardan gelmeyecek de nasıl gelecek? Ve elbette bu kötülüğü en yakın dostu Watson ile ayrılık yaşayan, kibrinin kurbanı Holmes çözmeyecek de kim çözecek?

Polisiye edebiyat tarihinin en ünlü dedektifi Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle… Piposuyla…

Sonuncusu iddialı oldu! Bahsettiğim gibi The Irregulars’da Holmes bir nevi konuk dedektif. Onu muhtemelen sonraki sezonlara saklıyorlardır. Yıllarını batakhanelerde afyon bağımlılığıyla harcayan Holmes ilk sezon finalinde her ne kadar aramızdan ayrılsa da bir biçimde, bir bahane, bir vaka, bir imkân bulup geri dönecektir diye düşünüyoruz.

Yetimhanede zor şartlarda büyüyen Bea ile Jess… Birinin abla şefkati ve vicdanı, diğerinin doğaüstü güçleri var

Dizinin Viktoryen dönemde geçmesinin onu klasik polisiyeye yakınlaştıracağını zannedenler ise fena halde yanılıyor! The Irregulars’ı polisiye türe dahil etmek bir hayli güç… Daha ziyade Netflix’in içerik politikasını yansıtıyor ve  Fantastik gençlik öyküsü etrafında dönüyor. Stranger Things‘in başarısını biliyoruz. Fantastik olaylarla savaşıp insanlığı kurtarma rolünü üstlenen gençler hemen her coğrafyada karşımıza çıkabiliyor. Avrupa’ya baktığımızda Dark ve Ragnarok örneklerini görüyoruz. Bu yönelimi dünyanın her geçen gün içine biraz daha sürüklendiği çukura bağlayabiliriz. Artık çok şey bilmenin (hiçbir şey bilmemenin) açmazıyla baş başa dünyamız ve sınırlı kaynakları tükeniyor. Viktoryen dönemde sanayi devriminin açtığı hasarlarla cebelleşirken günümüzde sanayinin mevcut haliyle vereceği bir şey kalmadığı yanılgısı ve yeni bir devrim arayışıyla uğraşıyor insanlık. Her yeni devrimin robotlaşma, kendinden uzaklaşma ve yabancılaşma korkusu yarattığı hesaba katılırsa (Mary Shelley‘nin Frankenstein ya da Modern Prometheus romanı da hızlı sanayileşmenin olumsuz etkilerini, gelecek kaygılarını yansıtıyordu) bir kez daha bu korkularda boğuluyoruz. Fantastik meseleler ve gençlerin öncülüğü, kurtarıcı vasfı, korkularımızın derinliğini ve umudumuzun niteliğini işaret ediyor. Çok korkuyoruz ama gençler “daha çok bozmak” pahasına bir şeyleri düzeltecektir, inanıyoruz. The Irregulars da adından anlaşılacağı üzere tanımlanamayanın, belirsiz ve düzensizin, insan doğasıyla çelişenin izdüşümü… Diğer yandan Küreselleşen, “üstaklın egemenliğine giren” dünyada şehirlerle birlikte modern şehir yaşantısının ortaya çıkardığı polisiye anlatı da geçerliliğini yitiriyor ve küresel sorunlara yine evrensel karşı koyuşlarla, insanlığın geleceğini kurtarma tasarıları ile yanıt veriliyor. Bireysel ateşin sönmesi, kişisel itirazların matlaşması hatta belki de Rönesansın indiği çok geç fark edilen perdesi, yeniden doğuşun yeniden ölüşe eşlendiği bir dönemde süper kahramanları “süper çocuk” gruplarına (kurtarıcı ve aynı zamanda yokedici kuşağa) çeviriyor. Çocuk/genç kahramanların öne çıkmasını, kolektif ve sosyal yönden kaynaşmış bir direniş örülmesini dikkate almalıyız. Kaynaşmış direnişe, ortak akla, görev paylaşımına döneceğim. Aslında orada paylaşımın ne denli ironik yapıldığına tanık olacağız hatta belki Spike’a sen orta sınıfın neresindensin sorusunu bile yöneltebiliriz. Ancak öncelikle Watson-Holmes gerilimine değinmek istiyorum.

O meşhur Viktoryen dönemin Londra’sından bir çizim… 1800’ler

Holmes ile Watson’ın ortak olmasının ötesinde Holmes efsanesini yaratanın Watson olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz. Holmes’ün şöhreti Watson’ın gazetelere yazdığı makalelere dayanmaktadır. Watson çözdükleri her vakayı kamuoyuyla paylaşarak dedektifimizin tanınmasına önayak olmuştur. Ancak takdir edileceği üzere ikili arasında bir keskin zeka ve metot problemi/çatışması da doğmaktadır. Watson aklın metodik çalışma yöntemini temsil eder ve biraz daha küt bir akla, sıkıcı diyebileceğimiz bir çalışma disiplinine sahiptir. Buna karşın Holmes kötü alışkanlıklarıyla, dizgine vurulmayan, kendine has bir disiplin geliştirdiği yaşantısıyla parlamayı, rastgeleliliği simgelemektedir. Sherlock, Watson olmazsa olmayacaktır; başka bir deyişle dehaları ortaya çıkaran unsur yine vasat aklın varlığı ve pozitivist temelde bir çalışkanlıktır. Oysa Watson da Holmes olmadan bir hiçtir; dahası Holmes genellikle Watson’ı küçümser üstelik bu tavrını onu sık sık “överek” duyurur. Watson’ın övülmesi, çalışkan bir toplumun yöneticilerce takdir görmesine yahut bir sınıf dolusu çocuğun derse giren müfettiş tarafından onaylanmasına benzemektedir. Buradaki karşılıklı var olma-değer bulma hali The Irregulars’da Holmes’ün bataklığına dönmesi, bireysel aklın gerilemesiyle başka bir boyut kazanıyor. Bunun sonucunda Dr. Watson öne çıkıyor. Çocuklarla iletişim kuranın o olması, geçmiş olaylarda birinci dereceden sorumluluğunun bulunması tesadüf sayılamaz. İnsan kötülüğünün, vasat çizgisinin bir temsilcisi Watson ve dehanın, aşka düşmüş bireyin karşıtı… Holmes’a hisler beslese de Watson’ın yani toplum ortalamasının belirgin hissi kıskançlıktır ve birçok insanlık hikayesinde olduğu gibi dünyanın sonunu yine kıskançlık, hükmetme ve önemli hissetme kaygıları getirmektedir. Yine sezon finalinde dünyayı onun kurtarması, toplumun kendini bastırması, isyanını geri çekmesiyle ilintilendirilebilir. Zira Watson tünelde, toplum ise sokakta hareket halindedir ve cinnet yaşanmaktadır. Sokaktaki cinnete sarayın duyarsızlığı ise politik arka planı örmektedir. Sokağı karıştıran, sefaletine karşı ayaklanan, zincirinden başka kaybedecek şeyi kalmayan toplumdur aslında… Yine onun temsilcisinin (Dr. Watson’ın) son sahnede frene basması, kıskançlığını bir kenara bırakıp göz koyduğundan (Holmes’dan-iktidardan) vazgeçmesi dengeyi sağlar.

Soldan sağa Leo, Bea, Jess, Spike, Dr. Watson ve Billy… Tüfek, bıçak, sopa, Londra’ya yaklaşan kötülüğü engellemeye çalışıyorlar

Ergen çetemizin görev dağılımı ise ilginç! Spike bir sahnede yetimhane müdürünü öldürüp hapsi boylayan Bill’e çeteyi bir vücuda benzeterek güçlü kalmasını tembihliyor. Kendisini iskelet olarak görüyor Spike çünkü çeteyi bir arada tutmanın kendisine düştüğünü öne sürüyor. Bill bu çetenin yumrukları, bir bakıma kol gücü… Bea kalbi, Leo beyni… Bill’e üretmek ve sefalet biçiliyor anlaşılan, Bea’ye ise şefkat… Şefkat ve özünde bir çeşit boyun eğme, kadere razı gelme psikolojisi… Saray çocuğu Leo’nun beyin olması ibretlik… Aristokrasi hiçbir koşulda burnundan kıl aldırmıyor! Çok biliyor, iyi akıl yürütüyor çünkü iyi eğitimler alıyor çünkü her zaman esirgeniyor. Emrindeki muhafız Daimler başka bir ailede doğsa çoktan öleceğini söylüyor Leo’ya. Hani haksız sayılmaz. Başka bir ailede dünyaya gelseydi çocuk ölümlerinin yaygın olduğu dönemin Londra’sında hayatta kalması mucize olurdu! Peki Spike kimdir? Cidden Spike’ın kayda değer bir meziyeti yoktur. Kavgaya giremez, büyük planlar yapamaz, görkemli sevgi gösterilerinde bulunamaz… Spike ancak iskelet olabilir! İşlevsiz olduğundan/kaldığından işlevleri, organları bir arada tutmaya özen gösterebilir. Nitekim bunu da ifade ediyor. Öyleyse Spike’a orta sınıfın işe yaramazlığını yakıştırabilir miyiz? Hiçbir işe yaramamasına karşın düzeni ayakta tutabiliyor ve en önemli niteliği de durumunu yalnız belli bir çerçevede sorgulaması… Spike’ın dış görünüşünün de ne iyi ne kötü olmasını sanırım böyle açıklayabiliriz. Öte yandan sarayla görüşmeye gitmesine de sembolik anlamlar yüklenebilir. O gidiyor Leo’ya… Bill hapiste ama dışarıda olsa dahi Leo’ya ağız eğmez, sert bir karakter… Bea ise Leo’ya küskün… Bea kandırıldığını, umursanmadığını düşünüyor. Aristokrasinin ve egemenlerin hışmına uğramış Bea. Kimsesiz ve yorgun…. Savaşçı fakat savaşını onu yalnız bırakanlara değil ortak bir düşmana karşı vermeyi yeğliyor. Ortak düşmana, ortak kötüye… Batan gemi ortak, gemiyi döven dalgalar aynı… Bu kalıbı Netflix geliştirmedi şüphesiz fakat kusursuz uyguluyor… Sınıfların tehlike karşısında yan yana dizildiği, sorumluluğun paylaşıldığı, sermayedarın, seçkinin de dünya sorunlarıyla yakından ilgilendiği, gençliğin sınıflar üstü bir kavram olduğu ve insanların gençlik ateşiyle tüm konforlarını reddedebildiği. Yanı sıra aşkın da zengin-fakir dinlemediği uyduruk bir anlatı dünyası.. Finalde Leo tatlı rüyasından uyansa dahi takip eden sezonlarda sevenlerimizin muradına ermemesi için hiçbir engel göremiyorum ben! Bir şekilde yine kesişecektir yolları… Bu yan yanalık, kaynaşmışlık ise insanın kötü olduğu vurgusuyla pekişiyor. İnsan, her sınıftan insan, özünde şeytana bile pabucunu ters giydiren insan dünya kötü bir yerde sorumlusu insan… The Irregulars Yirminci Yüzyılın savaşlarından, çevre felaketlerinden ve toplumsal yıkımlarından kesitler göstererek dünyada yaşamın sona ermese bile insan eliyle kabusa çevrildiği vaaz ediyor. Büsbütün haksız sayılmaz, insani zaafların tüm bir ekosistemi tehdit ettiği öne sürülebilir fakat bir savaşta rızası alınanla o rızayı yetkiye dönüştürüp rızasını aldığı kitleleri ölüme yollayanlar nasıl bir tutulabilir? Veya sokağa tükürenle bacasına filtre takmayan? Musluğunu açık bırakan ile dünya kaynaklarını küçük bir azınlığın çıkarına peşkeş çeken sistem? Bir tutulabilir mi?

The Irregulars’da bir güçsüz Sherlock… Evlatlarına sırt dönen, acısını bastırmak için afyona sığınan ve keskin zekasından çok şey yitiren dedektifi görüyoruz

Netflix’in sivil toplumcu, popülist anlayışı: Siyahi ve eşcinsel Watson

Sadece The Irregulars değil son dönemin yapımlarında çevre kirliliğinin, su sıkıntısının sorumluluğu bütün bir insanlığa mal ediliyor. Tüm bu alt metnin ötesinde Netflix kendi çizgisinden milim şaşmıyor! Her milletten insanı bir araya getiriyor. Tam bir Benetton samimiyetsizliği! İnsanları metalaştırdıktan sonra tüm ten renklerini kucaklamanın anlamı ne? Netflix de her milletten insanı renk paletine alır gibi alıyor öykülerine. Dr. Watson’ı siyahi yapıyor örneğin… İyi niyetli bir çaba olduğunu düşünsem takdir edeceğim de! Yine bu çatışmadan eşcinsel gerilim yaratıyor. Dr. Watson Sherlock’a aşık… Olabilir… Yani Doyle’un öykülerinde böyle bir ima bulunmasa dahi okuyanlar arasından da Watson’ın Holmes’a yaklaşımını yahut tam tersini “bunlar acaba birbirini seviyor mu” şeklinde yorumlayanlar çıkacaktır. Fakat Netflix vb. çevrimiçi platformların hemen her karakteri hemcinsiyle eşleştirme gayretinin ayrımcılığa ve nefret söylemine karşı mücadele etmek gibi bir motivasyondan kaynaklandığını sanmıyorum. Netflix sivil toplumculuk oynuyor! Nasıl sermaye grupları 8 Martlarda kadınları destekleyen gönderiler paylaşıp kadınlar ezildiğinde sıvışıyorsa Netflix de eşcinsellerin, etnik kimliklerin kendini kabul ettirme mücadelesini ancak işine geldiği ölçüde ele alıyor ve popüler olanın ekmeğini yiyor. Bunda bir beis yok, herkes ekmeğinin derdinde! Ancak Netflix’in bu yayın politikasına şövalyelik atfedenler, fazladan anlam yükleyenler çıkabiliyor. İşte orası biraz tuhaf!

**

Sözü bağlarken The Irregulars’ın dönemin ergen kahraman gruplarının doğaüstü odaklara galip gelme çabasını yansıtan sıradan bir öykü olduğunu, Holmes ile temelde bir ortaklık kurmadığını tekrar belirtelim. Diziyi Londra varoşları ve yaratılan atmosferi için izleyebiliriz. Ha heyecan faktörünü de es geçmeyelim. Öykü yer yer aksasa bile genelinde pürüzsüz ilerliyor. Yine bölüm sonları bir sonraki bölüm başlarına başarıyla ulanmış. Ne denebilir? Holmes’a aşık bir Dr. Watson izlemek ilginç olacaktır! Neydi öyle hetero hetero dedektiflik!

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: