Başlığı görenlerin önemli bir kısmı “bak hele densize” demiştir, “kendisi kim oluyor da iki büyük sanatçımıza pespaye benzetmelerde bulunuyor?” Sahi ben kimim? Çöpçüler Kralı‘ndaki o meşhur mahalle sakiniyim galiba. Gördüğü sıkıntıları gazetelere yaza yaza hükümet düşürüyordu hani! Ondan tek farkım herhangi bir gazeteye yazmamam ve hükümeti düşürememem! Şimdilik tabi! Yaza yaza düşürücem!
**
Peki mesele nedir? Yazar Orhan Pamuk‘un müzisyen Oğur ile ilgisi ne? Hangi paydada buluşup hangi ortak değerde bakıştı bu zatlar? Kimin kesişim kümesine kışt dediler de kümesteki tavuklar tekmili birden kanat çırparak hazin sonlarını, yani uçamadıklarını hatırladı. Kuşkusuz tavuklar uçamıyor ve bu sanatçılarımız da bugün gündemdelerse bile yarın yine siyasetin baş döndüren temposuna yenik düşerek, uzun bir süre daha – toplumun ilgisini çekecek başka bir olaya imza atmadıkça- yalnız sanatlarıyla (belki de olması gerektiği gibi) yad edilecekler.
Vasat’ın işlevi, gündelik yaşamda yeri ve önemi
Söze Pamuk’tan başlamak istiyorum. Son kitabı Veba Geceleri yayımlandı, okumadım. Doğrusu Pamuk’un hiçbir postmodern romanını okumadım (postmodern romanlara karşı bir garezim yok, öyle anlaşılmasın). Yaklaşık on beş yıl önce, henüz lise çağlarımda iken ilk romanları olan Cevdet Bey ve Oğulları ile Sessiz Ev‘i okumuştum. Yazarın sonrası; 90’ları ve daha ötesi yoktur bende. Dolayısıyla Pamuk’un edebiyatı ilgi alanıma girmiyor diyebilirim. Anlatımını, eleştirecek, “kendimce vasat bulacak” kadar dahi bilmiyorum. İlk romanlarını okurken belli bir akıcılığa sahip olduğu, okuru sıkmayan, yormayan güçlü bir ifade tutturduğu kalmış aklımda. Nobel ödülü alırken linçlemedim (zaten kaç yaşındaydım ki), müzesini de hiç gezmedim. Benim Orhan Pamuk konusunda söyleyeceklerim ancak “ön yargı hakkı” savunmama girer, müsaadenizle o hakkı savunacağım. Elbet hakkı savunmadan neden savunmak durumunda kaldığımı belirtmem gerekiyor. Son roman vesile oldu diyelim. Gerçi Veba Geceleri’nin kopardığı yaygaradan da haberdar sayılmam, bazı satırlar üzerinden Kemal Atatürk‘e hakaret ettiği intibası uyanmış bir kesim okurda. Taşı da zaten en günahkârımız Ahmet Hakan atmış ve romandaki asker Kolağası Kamil’in bir Mustafa Kemal karikatürü olduğunu öne sürerek yazarı hedef göstermiş. Bu iddiaya, mevzu bahis karakterin çocuklukta kovaladığı bir karga delil gösterilmiş sanırım… Pamuk cephesinde sular halihazırda bulanıktı, birkaç ay önce “kendisinden başka kimsenin sevmediği” Rasim Ozan Kütahyalı ile fotoğrafı epey konuşulmuştu. Keyifli bir akşam yemeğinden alınan karelerde ağzı kulaklarında bir Pamuk vardı. Kütahyalı, 83 milyonu aynı anda tiksindirebilen nevi şahsına münhasır surat ifadesiyle iştirak ediyordu izahı güç, yenilip yutulması imkânsız tabloya. Bu fotoğraf Pamuk severleri bir nebze üzdü, başı eğik Pamukzedelere çevirdi, sevmeyenleri ise coşturup adeta kendinden geçirdi. Pamuk’a yüklenecekler, yeni bir mevzi bulmuşlardı, keyiflerine diyecek yoktu. Belirttiğim üzere iki tarafa da dahil değilim, benim derdim liberal şarlatanlıkla. Ancak bu liberalliği ve şarlatanlığı Pamuk ile ilişkilendirmeyeceğim. Pamuk’tan çok Pamukçuklara, bilimum pamukçuklara üzülüyorum. Devam edeyim. Pamuk’un yeni bir roman yazması sevmeyenlerini bir tür “Kütahya muharebesi zaferi*” sayabileceğimiz Kütahyalı morali ile taarruza sevk etti. Pamuk yine hedef alındı. Tabi bu salvolara yanıt gecikmedi. Liberal şarlatanlar cephesi şarladı bir kez daha!

Türlü internet gazetelerinde yazılar, çiziler… Aman yarabbi! Hatta liberal entelektüel camia tüm çabasına karşın davasında zayıf görünmüş olacak ki Tekâlif-i Milliye kararlarını andıran bir refleksle derhal destekçiler toplandı, omuz yanına omuz kondu. Omuza değen omzu tanımadan falan… Adanmışlıkla, tabi biraz da bilinçsizlikle… Köşesinden Pamuk’un başarılarını hatırlatanlar, karınca kararınca sosyal medyada kanaat bildirenler… Mesela bir oyuncu (Meriç Aral) tweet attı, had bildirdi Pamuk karşıtlarına… Efendim Orhan Pamuk’a vasat demek de ne bileyim biraz… Bu minvalde bir şeyler işte. Durun, ekran görüntüsünü paylaşayım.

Vasat ve hadsizlik ifadelerini yan yana görünce ne yalan söyleyeyim, kışkırdım. Vasat olma/ bulma/görme halini insanlar ne kadar yanlış anlıyorlar! Vasat yakıştırmasını fena bir şey sayıyorlar; halbuki vasatlık sık kullanıldığı şekilde hakaret değil, dahası bir değerlendirme ölçütü bile değil özünde bir “ilgilenmiyorum” şerhidir. Zira bir eser, bir eser sahibi hakkında “vasat” diyenler aslında çoğu defa “eseri de sahibini de bilmem etmem, beni bağlamaz; eh beni de bağlamıyorsa vasattır (ayrıca bknz: “bence artık sen de herkes gibisin” dizesindeki duygudaşlık)” demeye getirir. Eleştirmenler çok zaman tembelliğe yenilip vasat ifadesini kullansalar da bu gerçek değişmez. Vasat yani “ortalama” dediğimiz, kabul ettiğimiz şey bir kaçınma çabasının çıktısıdır. Bir örnek verelim. Ahmet adında bir ebru sanatçımız olsun, kendisini uzaktan tanıyayım. Ben Ahmet’in çalışmalarını göreyim bir vesileyle. Az buçuk da bilgim olsun ebru hakkında, “az buçuk” derken sahiden az buçuk ha! İşte ebru sanatını konu alan birkaç belgesel falan izlemiş olayım. Fikrim sorulduğunda önüsonu diyeceğim şudur: “Ahmet’in çalışmalarını gördüm, vasat ya” Nasıl vasat? “Bayağı vasat işte… Bildiğimiz vasat…” Oysa zannedildiği gibi kan dondurucu bir anlamda, aşağılamak, yerin dibine sokmak için kullanmam bu ifadeyi. Ben ebru nedir bilmem ki Ahmet’in çalışmasına vasat diyeyim. Hal böyle olunca buradaki vasat ifadesi Ahmet’in çalışmasını değerlendirmekten ziyade “dostlar, rica ederim bana ebru sormayın” anlamı taşımaktadır. Ebrudan anlayan bir kişi ise Ahmet’i eleştirirken genellikle vasat ifadesine başvurmaz, çünkü vasatı işaret etmek, işaret muhataplarının kaideyi bilmesini de şart koşar. Kamuoyunun kaideyi bildiği nerede görülmüştür! Ebrudan anlayan kişi vasatı kestirip atmaz, açıklar bize. Gerekçeli vasat… Şu şöyle, şu da şöyle… “Yargılarken öğretir” anlayacağınız. İşte tam bu noktada Aral’ın dilinde “destursuzluk” ve “hadsizlik” olarak karşılığını arayan motivasyon da ön yargılarımızdan ibarettir. Bilmediğimize “vasat” der, geçeriz. Başımız ağrımaz, kokmaz bulaşmaz.

Yoksa siz hâlâ ön yargısızlaştıramadıklarımızdan mısınız?
Liberal şarlatanların varoluş sebeplerinden biri de ön yargı hakkımızı gasba yeltenmektir. Tüm ön yargıları olumsuzlayarak yaparlar bunu. Söz gelimi ön yargı denince akla evvela toplumların ötekilerine yönelttiği çirkin düşünceler gelir. Fakat ön yargı bu dar anlamının ötesinde insanlık tarihi için hemen her daim hem toplumsal bir anlaşma niteliği taşımış hem de kişinin bireyselleşmesi, beğenilerini öznelleştirmesi yönünde önemli bir entelektüel çaba olagelmiştir. Yanlış okumadınız, ön yargıyı en az yargı kadar entelektüel çabanın bir parçası görüyor, hararetle sahipleniyorum. Bana kalırsa ön yargısız insanların eleştirel ağızlarından tüm dişler sökülmüştür ve sistematik bir “ön yargısızlaştırma hareketi” taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakan, sunulan her şeyin sorgusuz sualsiz bağra basıldığı zihinsel bir fakirliğin habercisidir. Bu fakirlikte gerici taraflaşmaları besleyen ve kişiyi birey olacak yetkinlikten uzak tutan, ona sürekli kendi programı doğrultusunda birtakım etkinlikler dayatan, tepeden tırnağa silahsızlaştıran liberaller rol oynamaktadır. Uzun lafın kısası ön yargı, iyi veya kötü anlamıyla yargıya doğru atılan bir adımdır ve onsuz yargıya ulaşmak pek mümkün değildir. Liberal şarlatanların “kimseye vasat demeyin, aa çok ayıp” söylemi ise esasen “sizin için vasatı da biz belirleriz, siz arkanıza yaslanıp dizi izler gibi izleyin” anlamına gelmektedir. Diğer yandan sizin vasatı “belirleyecek” umursamazlığınızı, vurdumduymazlığınızı da ön yargısızlaştırma hareketiyle yine bu liberal şarlatanlar körler. Böylece piyasa hakimiyetleri ve ideolojik iktidarları ne kitlesel ne bireysel bir çerçevede artık sorgulanamaz bir güce erişir. Yazının Orhan Pamuk faslını “beni ben yapan yargılarım kadar ön yargılarımdır” diyerek bitirmek istiyorum. Üstelik hangi liberal ön yargılarıma zincir vuracakmış şaşarım!
“Akçeli işler” şüphesi ve hiç’in kenarında çekincesiz bir düzenleme
Gelelim Erkan Oğur’a. Değerli bir müzisyenimiz kendisi… Salt sol cenahın değil tüm müziğinin ortak değeri, icracı ve kurucu bir sanatçı. Ne oldu da eleştiri okları üzerine çevrildi? Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın‘ın Hiç Oldum parçasını düzenlemiş. “Eh, ne var bunda” deyip geçelim mi? Acaba biz düzenleyemediğimiz için mi kıskanıyoruz? Çok uzatmadan Ara Güler polemiğini anımsayalım. Güler de Tayyip Erdoğan‘ı ziyaret etmiş, fotoğraflarını çekmişti. Bu ziyaret ve “fotoğrafçılık hizmeti” o dönem kıyasıya eleştirilmişti. Elbette eleştirilerle birlikte “sanatçının sanatı ve yaşamı ayrıştırılmalı mı” gibisinden yersiz bir soru da tekrar gündeme getirilmişti. Yani bunları niye tartışıyoruz? “Sanat toplum için midir yoksa sanat için midir” kadar bayat bir soru bu… “Vasat” bir soru! Bayat ve vasat… Sanatçının sanatı ile yaşamını nasıl ayrıştıralım yahu! Sanatçı ölüyken mi yapmış yapacağını! Öldükten sonra badem gözlü olan körleri, şimşir tarak hediye edilen kelleri çok duyduk da öldükten sonra sanatını icra edenlere biraz yabancıyız!

Ara Güler’e dönersek; ben kendi adıma netim, adam işini yaptı kardeşim! Ziyaretini yadırgamamıştım, hâlâ aynı çizgideyim. Fotoğraf çekerken, başka bir deyişle belgelerken, tarihe not düşürürken “şu insanı epey takdir ediyorum, hadi bari güneş kaçmadan birkaç poz alayım mı” diyoruz? Yoo… Öyleyse? Güler’in ziyaretini de ziyaret ettiği kişinin siyasi pozisyonunu onaylamaktan ziyade bir çeşit habercilik, arşivcilik faaliyeti biçiminde ele almak daha mantıklı… Fakat Oğur’un düzenlemesi için aynı şeyleri söylemek güç. Güler “ben herkesin fotoğrafını çekmekle mükellefim” diyebilir, ona kızamayız ancak Oğur “ben herkesin parçasını düzenleyeceğim, bu işimin bir parçası” derse kendimizi tutamaz, kahkahayı basarız. Böyle bir mesleki zorunluluğu yoktur ve evet, maalesef Kalın’ın parçasını düzenlemek, onun özdeşleştiği düzene ucundan kıyısından bulaşmak demektir. O düzene bulaşmak ise Berkin ile, Roboski ile, Soma ile, Çorlu ile, “128 milyar dolar” ile anılmak, müzisyenleri intihara sürükleyen koşullara bulaşmak demektir. Lamı cimi yoktur, bu denli ağırdır vebal. Oğur da kuşkusuz hesap kitap yapmadan girişmemiştir bu işe… Söylenti ama bakarsınız Bodrum Gümüşlük’teki okulunun sıva işleri vardır. Akçeli işler anlayacağınız (!) Boya badana, sıva… Yıkama yağlama… Düzenleme… Günahını almayalım, şüpheden yola çıkıp yine şüpheye varmak yakışık almaz. Biz iyisi mi Oğur’un düzenlemesini bu şüpheden bağımsız ve doğasındaki pervasızlık ile değerlendirelim.

İktidarın iyi becerdiği işlerden biri, karşı mahalleyi bölüp parçalaması, bir kaşık suda fırtına koparması… Sabah gazetesine verilen pazar röportajları, geleneksel iftarlarda görmeyi ummadığımız sonra zamanla alıştığımız isimler, sektörel toplantılara, çalıştaylara koşar adım icabet edenler… Vicdanlı dediklerimizin safımızdan çekilip alınması… Birer birer koparılması… Erkan Oğur meselesi de böyle ilerleyecek gibi gözüküyor. Bu düzenleme hoş karşılanmayacak, Oğur’un sanatçı duruşu tartışmaya açılacak. Ancak bu sırada Oğur’a liberal şarlatan desteği de eksik olmayacak… “Linç ediyorsunuz” diyecekler/diyorlar. Öyle ya liberallere göre eğer işlerine gelmiyorsa en ufak bir eleştiri dahi linç anlamı taşıyor. Bu noktada esas meselenin Oğur’un rahatlığı olduğunu düşünüyorum. Vicdan mahallesi iktidar gücünden belki yoksun fakat mental üstünlüğü ile ayakta kalıyor, kalabiliyor ancak görüyorsunuz insanlar bu üstünlükten ne kadar kolay vazgeçiyorlar? İlkeli bir tutum hattı neden örülemiyor? Bunda “Erkan Oğur is Erkan Oğur” tarzı sırt sıvazlayan yaklaşımın cesaret verici payı bulunmakla beraber sorunun çok daha derinlerde ve daha yapısal bir düzlemde yaşandığını öne sürebiliriz. Dünya malı dünyada kalsa dahi dünya şöhreti/nimeti göz karartabiliyor ve binilen itibar dalları iktidarın kör testeresine feda edilebiliyor. O dallar kesilirken yine biz inciniyoruz, ses yine bizden çıkıyor, ah ediyoruz her defasında, eksiliyoruz, gönül tellerimiz kopuyor. Haydi gelin düzenleyin şimdi! Bozmak kolay da düzenlemek zor!
*Ulusal Kurtuluş Savaşının bir faslı olan Eskişehir-Kütahya muharebelerini (1921) Yunan ordusu kazanmıştır.
Haydar Ali Albayrak