Sosyal medya artık zevklerimizi, ilgi odağımızı, tümden belirler oldu. Merakımızı yönetiyor; bir sevk, bir terfi merkezi olarak işlev görüyor. Örneğin geçenlerde bir tweet gördüm. Yusuf Hoca (Yusuf Ziya Gökçek) atmıştı tweeti ve Yıldıztepe filminden söz ediyordu. Filmin tekinsiz atmosferinden yanı sıra Ayla Algan’ın patlamaya hazır oyunculuğundan ve Ekrem Bora’nın bulunduğu bir filmin türünü kestirmenin güç oluşundan… Haksız sayılmaz; Ekrem Bora 60’larda birçok rolde çıkıyor karşımıza, nice kötü adam canlandırıyor. Kötü adamlığından ziyade ailenin serseri oğlu rollerinde başarılı. Elbette iyi roller de veriliyor kendisine, jön kimliğiyle de sivriliyor. Bora’ya tekrar döneriz, izninizle Gökçek’in ilgi çekici tweetlerine kayıtsız kalmayıp izlediğim filme geçmek istiyorum.
* *
Yıldıztepe romancı Peride Celal‘in eserinden uyarlanmış. Cumhuriyet döneminden itibaren üreten Celal bir asra yakın ömrü boyunca gerek roman gerek öykü dalında çeşitli tür ve hassasiyetlerde eser vermiş önemli bir yazarımız. Memduh Ün‘ün 1965’te filme çektiği Yıldıztepe öncelikle tutarlı olay örgüsü, dinamizmiyle dikkat çekiyor. 60’larda birçok “saçma” ve özensiz filmin çekildiğini dikkate alırsak Yıldıztepe olgun öyküsü bakımından tabiri caizse bir yıldız gibi parlıyor! Kuşkusuz öykünün başarılı aktarımında anlatıcı sesin payı ve karakterlerin ayrıntılı çizimi rol oynuyor. Ün filmi uyarlarken edebi gerilimi korumuş, çatışmanın dozunu artırmak adına aşırılıklara kaçmamış. Bu ilk gözlemlerin ardından Fatma Girik ile Ekrem Bora’nın başrolleri paylaştığı filmin konusuna değinelim.
Şeriatın kemendi kılıçtan keskindir!
Yıldıztepe başına bir felaket gelip ortanca oğulları Osman’ı şeriatın kestiği parmağa teslim eden Kılıçoğlu Ailesini konu alıyor. Aile İç Anadolu’da bir kasabanın kırsalına çekilmiş, kendi halinde hatta yabanıl denecek bir yaşam sürmektedir. Bin yıl geçse bile bozulmayacak görüntüdeki sessizliği ailesiz kalıp yanlarına sığınan uzaktan akrabaları Sevgi (Fatma Girik) dağıtır. Sevgi’ye başta pek güleryüz göstermeyen aile zamanla sırrını açar. Sevgi evin büyük ve küçük oğulları arasında kalırken seneler evvel yaşanan facianın bir benzeri yaşanmasın diye çabalamaya karar verir. Biraz aileyi tanımakta fayda görüyorum. Kılıçoğlu ailesinin reisi Kılıçoğlu Ahmet (Atıf Kaptan)’tir fakat büyükanne bu sessiz adamdan (damadından) çok daha etkin ve saygındır. Ahmet’in eşi Fatma (Fatma Belgen) ve büyük oğulları Murat (Ekrem Bora) yabani yaşamı yansıtırken ailede saldırgan ve hareketli kimseler de bulunmaktadır. Sevgi gibi ailesiz kalıp çocuk yaşta akrabalarına sığınan Cemile (Ayla Algan) ile küçük oğul Ali (Salih Güney) Yıldıztepe köşkünün iki kutbunu temsil etmektedir. Cemile köşke biatın delişmen bir simgesiyken Ali bulunduğu yere uyum sağlayamamanın bastırılmış enerjisini taşımaktadır. Bir biçimde bertaraf edilmiş şair ruhlu Ali köşkün yaslı ve “lanetli” yaşantısından uzaklaşabilmek için kendini gönül maceralarına vermiştir. Resim akademisine, edebiyat fakültesine girmiş ancak dikiş tutturamayıp yuvaya (kürkçü dükkanına) dönen Ali köşkün dışında yeşeren bir yaprağa dahi hayranlık duyabilmektedir.

Cemile ise tam aksidir, bir ihtimal kendisi de sonradan eklendiğinden aileye yabancı bir nefesin katılmasından dehşete düşmektedir. Abi bilip sevdiği, çocuk yaşta idamına tanıklık ettiği Osman’ın ölümü Cemile’yi sarsmış, dengesizliğe sürüklemiştir. Öyle ki Cemile eve yöneldiğini düşündüğü tehlikelere kendi dünyasından yaklaşmakta, gerektiğinde ölmeyi ve öldürmeyi göze almaktadır. Bu fanatik tavır büyük oğul Murat’ta ise bir çeşit vazgeçişe dönüşmüştür. Mülkiyeyi birincilikle bitiren, iki yıl kaymakamlık yapan bu zeki ve yakışıklı adam belki de kardeşi Osman’ı “bir kadının şerrinden” koruyamamanın cezasını yalnızlığa gömülerek kendi elleriyle vermiştir. Murat açıktan kadın düşmanı değildir ancak kadınlardan uzak durmayı, sakınmayı tercih eder. O ailenin gönüllü sürgünü içinde fazladan bir sürgün yeğleyen üyesidir. Yıldıztepe’nin mahrumiyetiyle de yetinmeyen Murat sık sık Sarıçiçek Yaylası’ndaki dağevine kaçmakta, günlerini köpeği Kurt’la avcılık yaparak, dolaşarak geçirmektedir. Aliye Rona‘nın evin gözleri görmeyen büyükkanesini canlandırdığı filmde Sevgi’nin gelişi tam anlamıyla şok etkisi yaratır. İlginç olan şudur: Aile uzaktan akrabalarını, yani bir bakıma davetsiz misafiri geri çevirmemiş fakat kabul da buyurmamış, bağrına basmamıştır.

Sevgi başlarda yalnız büyükanne ve Ali ile dostluk kurar, geri kalanlarsa ya yüzüne bile bakmaz ya Cemile gibi düşmanlık beslerler. Liseyi yeni bitirmiş, anlatacak anısı, yaşayacak baharı olan Cemile inzivaya çekilip lanetlendiğine inanmış bu tuhaf ailenin yaşamıyla çelişmektedir. Öyle ki tüm varlığına yansıyan, her hücresine nüfuz eden bir çelişkidir bu; güzelliğini solduracak, uçarılığını kaybedecek, başını öne eğecek türden bir çelişki… Sevgi kaçıp gitmek yerine uyum sağlamayı seçer ve seçimin bedelini de meselenin sadece gece duyduğu tuhaf sesler yahut insana çöken o ürkünç hava olmadığını anlayarak öder. Konağın geçmişini büyükanneden öğrenir. Osman (Nejat Çetinok)’ın evli bir kadına (Türkan-Devlet Devrim) aşkını, kadının kocasını zehirleyip suçu Osman’ın üstlendiğini ve bunun bir aile felaketine yol açtığını… Her şeyi öğrenir… Öğrenemediklerini ise kafasındaki parçaları tamamlayarak bir araya getirmek, delil aramak ister. Osman’ın sevgilisi Türkan da idamın infazından bir süre sonra öldürülmüştür. Sevgi’ye göre baş şüpheli yabani Murat’tan başkası değildir. Büyükanne bu cinayeti de aydınlatır ve geriye köşkün kurtuluşu kalır.
Tersten bir göç hikayesi olarak Yıldıztepe
Filmin öyküsünü ve karakterlerin ilişkilerini uzun uzun aktardıktan sonra Yıldıztepe’nin mesajlarına geçebileceğimizi umuyorum. Seyirciyi filmde neler karşılıyor, neler uğurluyor, değerlendirmekte fayda var. Roman 1945’de basılmış, Ün’ün ise filmi 65 yılında çektiği biliniyor. Öyleyse her iki tarihsel dönemi anmak anlamlı olacaktır. Romanı maalesef okumadığımdan temel çatışma filme geçirilirken özünü ne ölçüde korumuş, bir şey diyemem. Buna karşın filmde öne çıkan mesajları irdelemekten yanayım. Romanın İkinci Dünya Savaşı sırasında/sonrasında yazıldığını ve dünyanın kıpırdandığı bir atmosferde çekildiğini düşünürsek kalkınma, büyüme, ayakta kalma gibi temaların çatışmalara dirayet gösterme pratiğini besleyişini de görüyoruz. Yıldıztepe bir ailenin ayakta kalması gerektiği fikrini yuvaya yönelmiş tehdit unsurları üzerinden destekliyor yani filmi esasen “değişime ayak uydurma” hikayesi olarak da okuyabiliriz. Sevgi’nin köşke gelişi temelde iki şeyi açığa vuruyor. Evvela Sevgi bir kültür ayrılığı yaşıyor. Henüz ilk karşılamadan itibaren köşke doğru çıkılan at arabalı yolculuk boyunca içindeki hislerin sessizlikle örtüldüğünü, hayal kırıklığına uğradığını görüyoruz. Başka bir deyişle değişimin rüzgârı ilk hücumunda kayadan toz dahi kaldıramıyor. Oysa Sevgi köşke yerleşip müttefikler ve düşmanlar edindikçe çatışma giderek derinleşiyor ve değişim sancısının seyrine yerleşiyor. Sevgi bir süre sonra köşkün umudu haline geliyor. İki anlamlı bir umuttan bahsedebiliriz. Sevgi soyun kurumaması için devamlılığı sağlayacak kişi, aynı zamanda oraya uymayıp orayı kendine uyduracak kişi.

Bu beklentiler köşkün geneline hakim değil, büyükanne dışında böylesi bir umut besleyen yok, Ali de Sevgi ile evlenmenin peşinde fakat o evlense bir gün durmaz, çekip gitmek ister. Zaten kasabadaki doktorun ailesi de bu türden bir işlev üstlenmiş. Ali doktorun kızı ile ilgileniyor; madem kasabaya, kabusa dönmüş o zindan hayatı paylaşarak dağıtmayı arzuluyor. Sevgi de bu bağlamda bir çıkış bileti… Büyükanne ise Cemile’nin aksine köşkün birtakım reformlarla ayakta kalabileceğinin bilincinde… Cemile bir içe kapanıklığı, fanatizmi savunurken Büyükanne küçük çaplı tavizlerle büyük resmi korumaya gayret ediyor. Asırlık çınara aşı yapmanın derdinde… Hem geçmiş unutulacak hem soy sürecek, ona göre bir taşla iki kuş vurulacak. Büyükanne plan yapan, arkadan iş çeviren biri değil, “katıksız iyi” pozisyonunda… Babanın (Kılıçoğlu Ahmet) atıl düştüğü bir düzlemde akil kişi oluverip idareyi ele alıyor. Zaten Ahmet de varlığı ile yokluğu bir olanlardan ve bu yönüyle bir düşmüşlüğü, bir yenilgiyi temsil ediyor. Şehirde alınan yenilgiyi Ahmet’in kederli atıllığında kavrıyoruz. O yenilince aile de yenilmiş. O sahip çıkamamış oğluna ve sorumluluktan kaçmamış, suratını asıp bir kenara çekilmiş. Tam bu noktada yenilgi yorumunu açabiliriz. Kılıçoğlu ailesi sermayenin el değiştirdiği bir dönemde yenilmiş. 60’lar Yeşilçamı’nda toplumsal gerilimi varsıl ailelerin kültür çatışmalarında seziyoruz. Zaten bu çatışmanın senelerce sürüp Kemal Sunal’ın Perihan Savaş ile başrolleri paylaştığı Sosyete Şaban (1985)’a dek vardığı ortada… Köy-kent ikiliği sermayenin el değiştirme gerilimi ve değişime ayak uydurma, kalkınma, silkinme çabasında vücut buluyor. Şehrin yendiği bir aile Kılıçoğlu ve salt değişime ayak uyduramayışı değil girişimci ruhun zıddını da temsil ediyor. Aile atılım yapamayarak kendini sürmüş ve kendini sürdüğü yerde, döndüğü topraklarda köklerini arıyor. Bu arayış belki de yeni bir atağın hazırlığı… Ali Sevgi’yi nasıl kendini yastan ve yasla özdeşleşmiş köşkten ayrıştırmanın aracı görüyorsa aile de bu genç kadına yaşama dönüş motivasyonu olarak bakıyor. Liseyi bitirmiş bu genç kadın sayesinde modernleşecek, gençleşecekler… Büyükannenin o aşı fikri tutacak! İlginç olan diğer ayrıntı ise değişimin ailenin okumuş erkek fertlerinden başlayamaması. Hatta bir olumsuzlama söz konusu… Ali, Osman ve Murat şehirde başarı kazanmış çocuklar aslında… Ali havai, Murat tuttuğunu koparan bir karakterde, hepsi de becerikliler. Nedir ki Osman o şehrin tuzağına düşüp bir karşı cinsin zehirli cazibesine kapılmış, hataya ve yıkıma sürüklenmiş. Yıldıztepe bir kadının (Türkan) aldığını başka bir kadınla (Sevgi) verirken değişimdeki diyalektiği vurgulamayı ihmal etmiyor. Kadınla işbirliği yapılmadan aile ayağa kalkmıyor. Bu meseleyi soyun sürmesi ile sınırlandıramayız. Akraba evliliğin onaylandığı bir köşk bu… Murat pekala Cemile ile evlenebilirdi yahut Ali doktorun kızı ile birleştirebilirdi yaşamını fakat her iki seçenek de onları yenen güçten eser taşımıyor. Sevgi şehrin zehri ve panzehiri de ancak ondan elde etmek mümkün… Yıldıztepe ailenin köküne kibrit suyu damlatan kötü kadın ezberinden köy-kent ayrışması öykülemiş.
Politize yas, dünya nimetlerinden el etek çekiş ve dünya işlerine gömülüş
Filmde dikkat çeken bir diğer husus ise ailenin ruhsal sıkıntısı… Duyguda ortaklaşma dolayısıyla hayli politize bir ruhsal süreçten söz açabiliriz. Doğrusu Yıldıztepe’ye politik bir yas hakim… Politik diyorum çünkü yas artık süreklilik kazanmış, bir yaşam formuna evrilmiş ve tüm ilişkiler yasın “lanet” deyişiyle ailenin kendine yakıştırdığı o duygusal atmosferden belirleniyor. Tüm aile üyeleri yaşamaları suçmuşçasına mahcubiyet duyuyorlar. Sevgi’yi istasyondan karşılayıp eve getiren Ahmet genç kadının heyecanı, yaşam sevinci karşısında bir an yumuşasa, dış dünyayla hele şehir yaşantısıyla bağ kursa oğlunu yattığı yerden incitecekmiş zannediyor.

Ölenle ölünmüş ancak az evvel vurgulamaya çalıştığım üzere politik bir taraf taşıyor bu yenilgi… Ailenin köşesine çekilmesini böyle açıklayabiliriz. Murat’ın iş yaşamını bırakıp kaymakamlıktan ayrılması, Cemile’nin yarım akıllı bir noktaya gerileyerek evin delisi haline gelmesi, canlı cenazeye dönen anne-baba ve nihayet gözlerini yitiren büyükanne… Hepsi de bir şeylerden vazgeçmiş, bedel ödemiş; bir tutunamamışlık hali ve küskünlük dikkat çekiyor. Kılıçoğlu ailesi soyunu cezalandırmış sanki, dış dünyaya karşı örülen duvarlar, tehdit algısı yaşanamayan gençliğin de habercisi. Anne baba izole bir yaşamı kaldırabilseler dahi evdeki üç genç içten içe tepkili… Cemile ve Murat için dahi bunu söyleyebiliriz zira aşırı uçlarda gezinen tavırları açmazlarını işaret ediyor. Her ikisinin patlaması da bunu gösteriyor. Cemile’nin Sevgi’yi makasla yaralaması ve Murat’ın bir noktadan sonra yapıcı davranarak duygularını yaşamaya yanaşması farklı düzeylerde tepkinin ifadesi… Cemile yalnız Sevgi’yi değil, Sevgi’ye kucak açan, değişime cesaret eden aile bireylerini de kıskanıyor ve onlara yöneltemediği saldırganlığı Sevgi’ye yöneltiyor. Tüm okların hedefine yerleşen Sevgi ise Kılıçoğlu ailesini yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla kucaklıyor ve aslında kendisine açılması gereken kucağı o açıyor, adı gibi sevgi götürüyor köşke, yabana…
Gotik atmosfer, aile gerilimi ve güçlü oyunculuklar
Filmin atmosferini ve oyunculukları ayrıca değerlendirmek istiyorum. Kılıçoğlu Ailesi, bir zamanların şen varsılları geride bırakmış tüm dünya nimetlerini, İstanbul’u terk edip ıssız bir kasabaya daha doğrusu kasabanın da kırsalına göçmüşler. Bir tersine göç bu… Tersine ve amansız… Taşı toprağı altın İstanbul’dan taş topraktan ibaret Anadolu’ya bir göç… Oysa “mihrap yerinde” derler ya aile sallanmış fakat yıkılmamış; görkemli bir köşkte yaşıyor, herhangi bir darlık çekmiyorlar, üstelik uzaktan akrabalarına kol kanat gerecek kudretleri de var. Yıldıztepe bu varsıl ailenin düşmüşlüğünü köşk yapısında özetliyor. Köşk de aile gibi uyum sağlayamamanın nişanesi sanki! Ayakta duruyor, heybetli görünüyor oysa içi çürümüş! Geceleri tuhaf seslerin sarıp ürkütücü olayların yaşandığı ve hepsinden öte sır saklanan bir abide… Gotik bir hava… Zaten cezalandırılma, derin yas meseleleri de gotik altyapıyı gündeme getiriyor. Köşkün kasabaya uzaklığı ve sakinlerinin edindiği kimi dostlara karşın dedikodu kaynağı olmasıyla Yıldıztepe’nin tekinsiz ve çözümsüz atmosferini pekiştiriyor. Raylarda akan tren, koridor veya kompartıman penceresinden uzanan bir baş ve tabelada yerleşim adının göründüğü kah dolu kah seyrek istasyonlar dönem Yeşilçamı’nda çok şey anlatıyor. Böyle açılıyor Yıldıztepe filmi de, büyük şehirden gelen misafiri karşılayarak gerçekleşen bu açılışı köşke sıkışmış bir süreç takip ediyor ve Sevgi finalde de tren istasyonunda buluyor kendini, İstanbul’a dönmek üzere trene biniyor, son anda yetişiyor Murat… Bu olay örgüsü Yeşilçam standartlarını yansıtıyor.

Oyuncular ise Yıldıztepe gerilimini kışkırtacak türden özenle seçilmişler. 50’lerde, 60’larda yönetmen olsam ve “bir Hitchcock filmi uyarlayacaksın, kadroya kimi seçersin” deseler ilkin evin büyüklerine yönelir, Atıf Kaptan ile Aliye Rona’yı kadroya katardım! Her ikisi de gerek bakışları gerek duruşları sahnedeki gerilimi dolduruyorlar. Bunun üzerine ayrıca Yusuf Hoca’nın değindiği Ayla Algan tekinsizliği ve Ekrem Bora belirsizliğini ekleyince ortaya güçlü bir oyunculuk çıkmış. Fatma Girik filmdeki kadın yıldız beklentisini karşılarken gerilimin dokusuna uyum sağlıyor. Salih Güney’in yer yer karikatürize oyunculuğu dahi sırıtmıyor.
**
Sözü bağlarken Yıldıztepe’nin 60’larda çekilmiş ilginç bir aile gerilimi olduğunu yineleyelim. Aile gerilimine toplumsal çatışmalar ve ruhsal çözülüşler, toparlanma hamleleri eşlik ediyor. Güçlü oyunculuklar ve atmosferdeki tekinsizlik, filmi başarılı kılan başlıca etmenlerden. Elbet Peride Celal’in eserinden uyarlandığını, filmin olgunluğunu büyük ölçüde buna borçlu olduğu gerçeğini es geçmeyelim. Öyle ki konusu eskimeyen Yıldıztepe’yi 2000’de bu kez Taylan Biraderler uyarlamış ve başroller Özge Özberk ile Uğur Polat‘a verilmiş. Ayla Algan bu filmde de karşımıza çıkıyor.
Haydar Ali Albayrak