WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın

Into The Night: Nuh’un Uçağına Binip Güneşten Kaçanlar

Her bölümüne bir karakterinin adını verip yaşamlarından kesitler aktararak başlayan Into the Night Netflix’te iki sezon yayınlandı. Pandemi koşullarıyla örtüşen konusuyla dizi beklenmedik bir doğa olayı sonrası dünyanın başına gelen bir felaketi işlemekte.. Leh yazar Jacek Dukaj‘ın 2015’te yayınlanan The Old Axolotl adlı bilimkurgu eseri Jason George uyarlarken diziyi Dirk Verheye ile Inti Kalfat yönetmiş ve farklı uluslardan oyuncularla çalışılmış.

Uçak, sığınak… Göğün tavanı, yerin yedi kat altı ama illa gecede kalınacak! 

Dizi Belçika’nın başkenti Brüksel’de açılıyor. NATO askeri Terenzio (Stefano Cassetti) herhangi bir Batı şehrine kalkacak en erken uçağa binme derdinde, oradan oraya koşuşturuyor. Nihayet paniğe kapılıp silaha davranıyor ve Rusya uçağını kaçırıyor. Uçağın kaçacağı, kaçırılacağı tek bir rota var: Güneşin aksi yönüne! Gündüzlerden uzak durulup gecelerde yol alınacak. Yolcular bunu bir terör eylemi zannediyor, Güneşin insanları öldürebileceğine inanmıyorlar fakat zamanla çeşitli ülkelerden gelen haberler işin seyrini değiştiriyor. Asker haklı, güneş bulduğu her canlıyı acımasızca yok etmeye başlamış.

Birçok farklı kültürden gelen uçak yolcuları ve mürettebat Nuh’un modern gemisinde yaşam mücadelesi veriyorlar

Asker, pilot, teknisyen, influencer, temizlikçi… Her sınıftan gelen kaygıları ayrı, kültürleri bambaşka biletli yolcular… Sırlar, hırslar, iktidar kavgası… Karada rastlaşsalar yüzlerini çevirip uzaklaşmaları muhtemel yolcuların aynı amaç etrafında buluşmaları sıkıntı yaratsa da hayatta kalma güdüsü ağır basıyor ve omuz omuza vermek zorunda kaldıkları amansız bir süreç başlıyor. İlk sezon yolcuların Bulgaristan’daki NATO sığınağına ulaşmalarıyla noktalanıyor. İkinci sezon ise takdir edersiniz ki uçak ekibinin üsteki askerlerle çekişmesine yoğunlaşmış. Henüz aralarındaki sorunları halledemeden üstelik askeri, grubun liderlerinden Sylvie’nin seçimi sonucu kaybeden uçak ahalisi yeni sorunların ortasına düşüyor. Her iki sezonunda güç arzusunu, liderlik psikolojisini ve iktidar çatışmasını işleyen dizi bir bakıma dünyanın sonuna gelinse dahi insanlığı ele geçirmiş geri yanların, anlaşmazlıkların giderilemeyeceğini de savunuyor.

Pandemiden sonra “Dünyanın Sonu” anlatıları ve felaket öykülerinin ufku

Dünyanın sonu anlatıları yıllar boyu tek bir korkuyu kışkırttı: Yabancının egemenliği. Uzaylı işgali, yaratıkların yükselişi, ölülerin dirilişi gibi temalarla soğuk savaşın etkisini hissettiren Hollywood 20. Yüzyılın sonuna doğru artık tüm felaket ve korku cephaneliğini tüketmiş gibiydi. Bu yoklukta fatura dünya kaynaklarını bilinçsizce “tüketen” sıradan insanlara kesildi ve hatalardan, küresel ısınmadan hareket edilen filmler izlemeye başladık. Ancak pandemi dünyanın sonu anlatılarını da başka bir düzleme taşıdı. Somut tehdidin suni korkuyu bastırıp gerçeğin fanteziye etkisiz bıraktığı bir süreç bir süreç bu türü derinden etkileyecektir. Şimdilik biz seyirciler olarak karşımıza çıkan anlatılara farklı bir gözle bakmakla, karakterin korkusunu yüreğimizde değilse bile aklımızda duymakla yetiniyoruz. “Yok artık” tepkisinin “ya olursa” endişesine dönüştüğü, tedirgin ruh halinin kitleselleşerek isterik bir boyuta vardığı bir dönemden geçtiğimiz ortada. Into the Night da Dünyanın sonu meselesini siyasetle ilişkilendirerek ele alırken salgın deneyiminin altını çizdiği ortak hatalara işaret ediyor. Yani şunu görüyoruz: Çözümde ortaklaşma, kolektif çaba hâlâ savunulmuyor fakat sorumluluk daha adil paylaştırılıyor. Zaten pandemiyle birlikte felaket filmlerinin insanları “suçlu sizsiniz kardeşim” diyerek kandırma ihtimali kalmadı. Çözüm için tüm ellerin taşın altında birleşmesiyse hâlâ bir ütopya. Salgını durduracak aşısının yoksul ülkelerden esirgendiği gerçeği de anlatıdaki tercihi açıklıyor adeta.

Çatışma, gerilim, kısılmışlık… Bir Netflix atmosferi

Into the Night Belçika’nın ilk Netflix yapımı ancak gerçek manada bir yerellikten söz etmek güç. NATO merkezini barındırması dışında diziye pek etki etmiyor bu durum… Zaten olaylar havaalanlarında ve uçak yahut sığınak gibi kapalı alanlarda geçerken büyük ölçüde Fransızca konuşuluyor. İkinci sezonda ise Fransızca “yabancı dil” halini alarak yerini İngilizce’ye bırakıyor ki Rus askerlerin dahi İngilizce’de uzlaşmaları bir bakıma küresel gücün adresini vurgulamakta.

Dizi dünyanın sonu temalı, kaçış ve mücadele hallerini bir arada işleyen yani aslında tren karşısında donakalan tavşanı canlandırarak raylarda aksi yöne koşmasını sağlayan olay örgüsüyle tehlikenin hiç bitmediği, iyileşme emarelerinin ise pek görülmediği karamsar bir dünya betimliyor. Bu dünya ancak belli mekânları ile insanlığa açılabiliyor: İlkin bir uçak koridoru, peşi sıra havaalanı pistlerinde geçirilen kısa süreler ve nihayet bir sığınakta stabilize olan insanlığın geleceği… Karanlıkta kalma zorunluluğu, tüm organizmaların bozulmaya başlaması sağ kalanlar arasındaki gerilimi tırmandırıyor. Uçak yolcularının etnik kimlikleri, dini mensubiyetleri beyaz adamın ön yargılarını ve ırkçılığı kışkırtıyor. Güvenlik işi yapan ezik karakterli Rik için her siyahi yahut her Müslüman daha doğrusu kültürüne yabancı bulduğu herkes potansiyel terörist… Rik’in güvenlik işi yapması ve kendini ifade etmekte güçlük çekmesi Avrupa’nın mevcut durumunu da açıklıyor aslında. Yavaş yavaş yok olan, özgüvenini yitiren, yabancısını kaynaştıramayan bir Avrupa var artık ve uzmanlık alanı güvenliğe daralmış. Sınırları, meydanları steril tutmak, korumakla meşguller. Avrupa’ya bu duyguyu yaşatan göçmenleri de görüyoruz koltuklarda. Temizlik görevlisi Osman ve karanlık işlerle meşgul Ayaz Avrupa’da yırtmış – yırtamamış iki kesimi temsil ediyor. Bir anlamda sağlanan uyuma dair de fikir veriyorlar. Ayaz çeteleşerek bir yere varmış, Osman ise köşesine sinerek kaderini kabullenmiş.

Uçağın ötekileri… Ayaz (Mehmet Kurtuluş), Osman (Nabil Mallat) ve Laura (Babetida Sadjo)

Saf değiştiren enerji kaynağını yeterince kullanamamak 

Into the Night’ın bu çatışma zeminine ve güçlü dayanaklarına karşın başaramadığı şeyler de var. Bilinmezliğin kurcalanması ekibin içindeki bilim insanının yürüttüğü fikirlerden ibaret olunca seyircide kafa karışıklığına yol açıyor. Ancak daha ilginç bir aksaklık grubun başına saçma sapan işler gelmesi. İlk sezonda başka bir havaalanında rastladıkları askerlerin suçlu olduklarını öğrenince atlatıp geride bırakıyorlar. Hani olmaz ya, içlerinden biri tekerleğe tutunuyor! Gerçeğine geçtiğimiz aylarda trajik bir biçimde Afganistan’da şahit olmadık mı? Taliban yönetiminden kaçan vatandaşlar ölümü göze almışlardı. Bu suçlu askerlerin de Afganistan’da görev yaptıklarını ve kurgudaki durumun gerçek trajedide rolü bulunduğunu öğreniyoruz. Afganistan kurulduğu günden itibaren karanlık işler görmüş Nato’nun marifetlerinden… Diziye dönersek şunu sormak gerekiyor: Askerin, nasıl bir eğitim alırsa alsın -isterse Rambo olsun- tekerleğe tutunup iniş takımlarının bulunduğu kısma tırmanıp saatlerce uçması mümkün mü?

Bir NATO sığınağında yeniden yaşam kuran “dünyanın son temsilcileri” bir yandan kendileri gibi hayatta kalanlara ulaşmaya çalışırken bir yandan gıda sorunuyla baş başalar

İkinci sezonda da insanın doğasına yorsak dahi inanması güç talihsizlikler ekibin yakasından düşmüyor. Bir sahnede dizideki çocuk ve anne jeneratör odasında kilitli kalıyorlar. Sığınak nükleer bir saldırı ihtimaline göre inşa edildiğinden kapı bir türlü açılmıyor. Kapıyı pürmüzle açmak için uçağa dönülüyor ancak havaalanı bombalanmış bulunuyor. Kapıyı sadece pürmüz açıyor, pürmüz sadece uçakta falan… “Öküz nerde? Dağa kaçmış. Dağ nerde? Yandı bitti kül oldu” vakası… Diğer bir sahnede sığınaktakilerin mutfağında yangın çıkıyor, tüm erzak küle dönüyor bir anda. Açlık tehlikesi belirince bir grup Norveç’e gidip tohum getirmek için seçiliyor. Bu kez uçaktaki koltukları sökmek bir dert oluyor. Dünyanın sonu gelmişken böylesine basit pürüzlerin ciddi bir problem olarak sunulması yahut ciddi problemlere dönüşmesi biraz tuhaf açıkçası. Ki aynı tuhaflığa ölülerin defni noktasında gösterilen titizlikte rastlıyoruz. Tamam, insanların ritüellerine sarılmaları, insan olduklarını unutmamaları gerekiyor ama her ölenin ardından usulüne uygun tören düzenleme talebi, dahası defin işlemleri aksadığı takdirde grupta hararetli tartışmalar çıkması da pek normal sayılmaz. Dünyanın sonu gelmiş, insanlar tüm sevdiklerini yitirmişler, yeni bir düzen kurulmuş artık fakat gelenekler enerjiden çalıyor. Hani bir olur, iki olur anlarız, her ölümde tanık oluyoruz bu karmaşaya, fikir ayrılığına ve buradan hareketle dizinin “dünyanın sonu” duygusuna seyirciyi ortak edemediği kanaatine varabiliriz. Yanı sıra yaşam kaynağı güneşin ölüm meleğine dönüşmesi de yeterince güçlü aktarılmamış. Dizide geride kalanlar anılıyor ancak güneşin saf değiştirmesine dair yorum yapılmıyor. Oysa bu eski dostun dönüşümü iyi bir malzeme veriyor.

Rik rolünde izlediğimiz Jan Bijvoet (ortada) “güneşin altında” sözünü söyleyememiş bir karakter… Şimdi güneş yokken ezikliğini aşmaya, özgüvenin dilini sökmeye çabalıyor

Güneş sönse de parlayan oyunculuklar!

İkinci sezonun finalinde Kıvanç Tatlıtuğ‘u görüyoruz. Hayatta kalan bir denizaltı araştırma ekibinden o da. Suç işlemenin eşiğindeki diğer Türk karakter Ayaz ile karşılaşıyor ve hemen “Türk müsün karşim” tarzı bir samimiyet kuruluyor. Ayaz’ı en son karanlığa silah sıkarken bırakıyoruz. Üçüncü sezonda bu gizem perdesi aralanacaktır diyerek oyunculuklara da kısaca değinmek istiyorum.

Into The Night’ın başarısı büyük ölçüde oyunculuk başarısına bağlı çünkü “felaket sonrası” anlatısını geride kalanların ruhsal çatışmasına ve iktidar çekişmesine dayandırmış. Dolayısıyla hem dar alanda fiziki performansı öne çıkarıyor hem zıt kişiliklerin doğru tepkilerle yansıtılmasını esas alıyor. Oyuncular bu ağır yükün altından kalkabilmiş fakat tür anlatılarının handikabı bir noktadan sonra tüm oyunculukların aynılaşması. Bu da başrolün felakete verilmesiyle ilgili… Felaket anlatısında heyecan yükseldikçe yahut merak unsuru tetiklendikçe oyuncunun fonksiyonu değişiyor ve oyunculuk, alt metni işlemek noktasında çıkıyor karşımıza.

Dizide sivrilen oyuncular da var şüphesiz. Uçağın pilotu Mathieu rolünde Laurent Capelluto, Ayaz olarak izlediğimiz Mehmet Kurtuluş ve Sylvie’yi canlandıran Pauline Etienne ilk akla gelenlerden… Capelluto’yu yine Bir Netflix polisiyesi Black Spot‘da izlemiştik, tam bir “sakin güç” ve Fransa-Belçika ortak yapımlarının vazgeçilmezi adeta! Mehmet Kurtuluş’un yüzü mafyatik ilişkileri canlandırmaya uygun… Hatta dizide karşımıza çıkan göçmen çete liderine de cuk oturmuş. Buna karşın diğer yolcular ve askerlerle gerilimi iyi ayarlamış çünkü bir zorbanın sosyalleşmesi anlamına geliyor kurduğu iletişim. Etienne ise dizide iktidarın adresi… Eşini kanserden yeni kaybetmiş, yaslı halde giriyor öyküye ve diğer yolculardan farkı intihar etmek istemesi. Bu kafa karışıklığı onu iktidar mücadelesi vermeye götürüyor. Sıfırdan zirveye tırmanmak istiyor. Hayatta kalmak noktasında bir motivasyon buluyor. Elbette liderlik yapma arzusu duyduğunu kendisine de çoğu zaman itiraf etmiyor. Avantajlı bir karakteri canlandırıyor Etienne. Eski bir asker, helikopter pilotu, çok çabuk kavrıyor, korkusuz, fedakâr… Grubun çıkarı için ayrık otlarını temizlemekten çekinmiyor hiç. 

Uçağın pilotları Mathieu Laurent Capelluto ve Sylvie Pauline Etienne

Zaaf sahibi Rik rolünde Jan Bijvoet ve hasta çocuk annesi kararlı Zara’yı canlandıran Reggina Bikkinina dikkat çeken diğer isimler… Hem duyguları başarıyla yansıtmış hem efor sarf etmişler. Zaten ilk sezonun tüm oyuncuları için bir uyumdan söz edebiliriz. İkinci sezonda diziye girenlerse sönük kalıyor, başrole ortak olamıyorlar.

**

Into The Night Dünyanın sonu anlatılarına yeni bir soluk getirmiyor fakat biz seyirciler olarak pandeminin ağırlaştırdığı ruh halinin de etkisiyle kadim dostumuz güneşin dahi bir gün sırt dönebileceğine ihtimal veriyoruz. Üstelik insanın budalalığını hesaba kattığımızda hayal gücünün sınırlarını zorlamaya gerek kalmıyor! Dizi öte yandan NATO’yu ve Batı-Doğu çatışmasını merkeze alarak bir Soğuk Savaş rüzgârı da estirirken modern dünyada karanlığa batmış Nuh’un modern gemisini gündeme taşıyor. Yani taşıyor taşımasına da… Felaket felaket, içimiz kararmadı mı!

Haydar Ali Albayrak

Reklam

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Into The Night: Nuh’un Uçağına Binip Güneşten Kaçanlar” için 4 yorum

  1. Dünyanın, şu ya da bu şekilde sonunu anlatan Amerikan yapımlarının aksine, kilidi açılmayan bir kapı, bulunamayan bir hürmüz, ısrarlı cenaze törenleri, çıldıran bir bipolar gibi aslında hayatın basit ayrıntıları ve insana dair her şeyin, dünyanın sonu gelse bile ayağımıza dolanabileceğini, ve belki de hatta insanın ve hayatın maddi ve manevi sadece küçük ayrıntılardan ibaret olduğunu, ona bağlı olduğunu (son bölümde siyahi kadının bununla ilgili yaptığı espiri de ayrıca vurguluyordu “yanımızda hep bir hürmüz dolaştıralım” ) pek güzel işlemişler, bence. Bu arada hayatımın en uzun cümlesini kurmuşum :))

    Liked by 1 kişi

    1. Evet, aslında bu açıdan bakıldığında haklısınız. Belki de Amerikan yapımları klişelerini kaide haline getirdiğinden bu basit ayrıntıları yadsımaya, hata saymaya meylediyoruz. Ama açıkçası benim takıldığım nokta dizide insanların yaşadığı şoka rağmen bu küçük olaylara enerji harcayabilmeleriydi. Bana biraz romantik geldi.

      Beğen

      1. Bu tarz yapımlar için “romantik” olan kusur mudur bilemiyorum ama bendeki karşılığı şöyle oldu; küçük olaylar, teknolojik problemler, ulusal kimlikler, kültürel farklar, dini ritüeller yani yaşama ve insana dair tüm ayrıntılar ve farklılıkların içerisinde “insan olmak” aranıyor, dünyanın sonu gelmiş olsa bile.
        Belki de senaristin böyle bir kaygısı yoktur ve belki ben de bir romantiğimdir 🙂

        Beğen

  2. Romantik davranışlar sergilemek, olaylara romantik yaklaşmak bu tür yapımlar için kusur değil elbette, tercih meselesi ama sanırım ben derdimi tam olarak anlatamadım. Belki romantik ifadesi yanlış oldu, “romantize” daha doğru olabilir. Ancak eleştirdiğim nokta şu, yazıda da vurguladım, insanlığı yitirmemek, insan hissetmek için kültürden faydalanmaları çok doğal ama ölüm-kalım mücadelesinde başka önceliklikler de doğar. Dizi bence ölüm-kalım meselesini derinleştirememiş.

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: