Ağır bir yoksullukla boğuşurken, bir malın fiyat etiketini iki hafta üst üste aynı göremez, bir hizmeti belli bir süre dahi aynı bedelle alamazken bir yandan da mahsur kaldığımız, kirası ve tüm değer yargıları sudan ucuz bir çürümenin tablolarıyla karşılaşıyoruz. İşte güncel bir örnek! Bir yayın sırasında Habertürk Ankara temsilcisi Muharrem Sarıkaya basın emekçisi Ahmet Demir’e tokat atıp halimizi en yalın biçimiyle ortaya koydu. Yüzümüze yüzümüze vurdu kiri! Hani takke düştü kel görünmedi belki ama birileri kelinde trampet çalmaya başladı! Gaziantep belediye başkanı Fatma Şahin (Sarıkaya’nın konuğu) olan biteni seyrederken -haber diliyle söylersek- kısa bir şaşkınlığın ardından programın sürmesi en az tokat kadar tepki topladı. Bu, Şahin’in ilk gafı değil, kuvvetle muhtemel sonuncusu da olmayacak fakat sorun zaten gaf sorunu değil. Bu eylem ve eylemsizliğe gaf hatta gaflet demek yetersiz kalır, örgütlü bir çürüme söz konusu. Sağdan başlayıp sola bulaşan, toplumun neredeyse tüm sosyal varlığına sirayet etmiş bir çürüme bu ve “azıcık aşım kaygısız başım” düsturundan, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme” inceliğinden tutun da “ateşi yalnız kendi önüne çekme” kaygısına değin körlerle sağırların birbirini ağırladığı, dövüşleri danışıklı çürük bir düzen bu… Üstelik girişte değindiğim yoksullaşma süreci de tam anlamıyla bu çürümenin sonucu…

Nilgün Belgün ve bir kralcının gözyaşları
Peki, bir sepette tüm meyveler çürüdüyse ne olur? Herkes çürümeyen yanını dönmez mi? Yükselen kokuya karşın el birliğiyle “iyi görüntü” verilmez mi? Bazen bir toplum tepeden tırnağa girişir bu mücadeleye… Tencere dibin kara seninki benden kara hikayesi… Şimdi bazı sesler çıkıyor Sarıkaya’nın tokadı sonrası…
Mesela Nilgün Belgün şöyle bir tweet attı: “40 yıllık oyuncuyum karşımdaki insan bu hareketleri yaparken bir şey olmamış gibi bu kadar rahat konuşmama devam edemezdim“
Dostlar muhalefette görsün! Ya da ey çürüme sen nelere kadirsin! Nilgün Belgün Fatma Şahin’in tepkisizliğine bozulmuş, tepkisini dile getiriyor. Belki samimidir, samimiyetini ölçmek bana düşmez ya iki noktaya değinmek ve somut durumun somut tahlilini yapmak isabet olacak. Birincisi, Şahin’in sessizliği sınıfsal bir meseledir ve bu yönüyle mevcut siyasi iktidarı da aşar. Şahin atılan tokadı AKP’li kimliğinden öte sınıfının temsilcisi olarak anlamlandırmaktadır. Burjuvazi için güç araçları değişse ve kırbaçtan üniformaya, manyetodan copa tokada geniş bir yelpazede belirse bile aslolan emeğini satan kesime “bir program dahilinde” iş yaptırmaktır. Şahin’in yerinde kodaman bir CHP’li olsa emin olun o da sessiz kalacaktı. Kısacası sömürü must go on!

Diğer yandan elbette hükümetin ahlaki değerlerde yarattığı erozyonla ilişkili bu hareket. AKP iktidarı serbest piyasa koşulları ile küçük esnaf hımbıllığını sentezleyerek güçlünün güçsüzü ezişini siyasi varlığının vazgeçilmez argümanı kıldı ve hakkın sahibi olarak her daim elinde sopa tutana işaret etti. Dolayısıyla bu tokadın etkisi Uğur Dündar’ın seneler evvel bir röportaj esnasında kendisine yönelen adamı mikrofonuyla darp etmesine benzemiyor. Çünkü Sarıkaya “emrinde” çalışanı dövüyor, bunu kendine hak görüyor. O basın emekçisi aynı zamanda sömürülen meslek liseli, sabah gün doğmadan evden çıkıp gün batmadan eve girmeyen ücretli çalışan, üniversite mezunu işsiz. O emekçi biziz, tokat da hepimize atıldı.. Tam da bu sebeple ortada bir “oyunculuk başarısı” değil, sınıfsal bir reaksiyon ve onaylama hali var.
İkincisi, Nilgün Belgün de iktidarın onaycılarından… 2019’da, hatırlayacaksınız, Cumhurbaşkanlığı adına hazırlanan klipte Dünya Tiyatrolar Günü kutlandı ancak daha sonra klipte boy gösteren birçok isim etkinliğin Belgün tarafından organize edildiğini açıklayıp kendilerine klibin hangi kurum adına çekildiğinin bildirilmediğinden yakındılar. İktidarın propaganda aracı haline gelmek istemediler, dahası oyuna getirildiklerini söylediler. Nilgün Belgün ise bu itibar koruma hamlesine derhal karşı çıkarak “bilmiyorduk” açıklamalarını mahalle baskısına dayandırdı. Mahalle baskısı, evet… Şu meşhur “kültürde iktidar sola ve seküler cenaha ait” şehir efsanesinin billurlaştığı söylem! Belgün şüphesiz haklıydı, açıklama yapanların mahallelerine seslendikleri ortadaydı fakat kendisi de durumdan vazife çıkarmış, Sarayın menajerliğine ve onaycıbaşılığına soyunmuştu. Mühür değil ama yorum ondaydı!
Nilgün Belgün tam olarak budur aslında, oyuncudan ziyade yorumcu, kraldan çok kralcı… Şimdi de kendince pozisyonu yorumluyor!
Vuslateri tipi muhalefet: Ünlüler-Gönüllüler
Gelelim bir başka ilginç tepkiye. Gonca Vuslateri bu sefer… O da tweet atarak açmış ağzını yummuş gözünü. Vuslateri üstelik internet dünyasında bağırmak anlamında gelen büyük harfler kullanmış.
Şöyle diyor: “Bu nasıl bir terbiyesizlik. NE OLUYOR BU ÜLKEYE BE! BİZİ SİZ Mİ DELİRTECEKSİNİZ? NE SANIYORSUNUZ KENDİNİZİ.. GEL Bİ BANA TOKAT AT BAKAYIM SENİ NE YAPIYORUM“
Oysa aynı Vuslateri 2013’te yine tweet atıp kapıcıları aşağılamıştı. Hatırlayan çıkacaktır, “arkadaşınızı kapıcıya bile yakıştırırsınız” tarzında bir ifadeydi. Oyuncunun kompleksinden kurtulamadığı anlaşılıyor. Zira “gel bana bir tokat at, bak ne yapıyorum” ifadesini de kendini ezilen kesimlerle bir tutmayışına ve konumuna bir çeşit ayrılık atfedişine yormak mümkün… Vuslateri o emekçinin “yerinde” olsaydı büyük ihtimalle sessiz kalacaktı. Buradaki “yeri” meselesi oldukça önemli ve tokat atan-atılan düzleminin basit (ilk) anlamını aşarak bir davranış bozukluğundan ziyade sistematik bir sömürüye hizmet ettiğini gösteriyor. Yukarıdan konuşanların aşağıdakinin, ezilenin yerine geçme hevesi “ah bana vuracaktı ki“, “hele şunu yapacaktı ki” (bknz tutmayın küçük enişteyi) vb. kof nidalarında ve günümüz tabiriyle klavye kahramanlığında sezilmekte. Soralım öyleyse: “Sıkıysa bana at o tokadı” ifadesi dayanışma niyeti mi taşımaktadır yoksa emekçiye bir kez daha vurmak anlamına mı gelir? Lafla dayanışma gemisi yürür mü? Evvela “aynı gemide olmak” gerekmez mi?
Vuslateri tarzı muhalefet Acun Ilıcalı‘nın Survivor yarışmasında karşımıza çıkan ünlüler-gönülüler ayrımına benziyor. Ünlü kişi alçak gönüllülük sergileyip gönüllü’lerin sorunlarını paylaşmaya çalışıyor. Anlaşılan Vuslateri gündelik hayatta, gerçek hayat’ta emekçileri aşağılarken, bir anlamda davul bile dengi dengine’yi şiar edinmişken kamuoyunun dikkatini çeken olağanüstü durumlarda “ah ben olacaktım ki” pozları kesiyor. Ne denir?

* *
Şimdi haklı olarak şunu sorabilirsiniz: İnsan değişemez mi? Hem değişmese (istediğimiz kıvama gelmese) bile olumsuz bulduğu bir olaya tepki veremez mi? Dört dörtlük mü olmalı görüş bildirmek için? Diyalektiği inkar edecek değiliz ya! İnsan değişebilir, yahut değişmese de herhangi bir meseleye eleştiri getirebilir, ondan ehliyet ruhsat istenmez ancak tüm bu özgürlük ve ferahlık hali “kendini bilme” pratiğini boşa düşürmez. İnsan biraz da kendini bilmeli, öyle değil mi?
Haydar Ali Albayrak