Metot: Gri Gömleklere Beyaz Yakalar!

Jordi Galceran‘ın 2003’te yazdığı Grönholm Metodu adlı eserden çevrilen/uyarlanan ve uzun süre Semaver Kumpanya tarafından sahnelenen Metot bu kez çevrimiçi platform Gain için mini dizi olmuş. Oyun gibi diziyi de Serkan Keskin yönetiyor. Zaten dizinin kağıt üstündeki tek farkı öyküdeki kadını Sezin Bozacı yerine Şebnem Hassanisoughi‘nin canlandırması.

Metot Keta adlı uluslararası bir şirketin satış müdürü seçmek için yaptığı toplu mülakatı konu alıyor. Mülakata katılan Ferhat (Serkan Keskin), Engin (Mustafa Kırantepe), Kadir (Sarp Aydınoğlu) ve Merve (Şebnem Hassanisoughi) bir pencereden atılan zarflarla türlü oyunlara sürükleniyor. Bu talimatları daha en başta bağlayıcı kılan unsur ise katılımcıların her ne sebeple olursa olsun salonu terk ettikleri takdirde (simgesel bir biçimde “o kapıdan çıktıkları takdirde”) geri dönemeyecekleri. Dizi henüz ilk talimattan hatta adayların ilk karşılaşmasından sonra tam anlamıyla bir açmaza, bir gerilime sürükleniyor. İçlerinden birinin şirket çalışanı olduğuna dair ortaya atılan iddia ve onu bulmaya yönelik çabalar, her adayın profiline göre seçilmiş, bir bakıma kişiselleştirilmiş zafiyetler üzerinden grubun geri kalanını ikna turlarına devrolarak sürekli diri kalıyor.

Kurumsal bir çürüme olarak “İnsan Kaynakları”

Metot beyaz yakalıların trajedisine eğilirken “insan kaynakları” denen kurumsal çürümeyi ve kapitalizmin toplumsal değerleri rekabet ve hırs düzleminde nasıl tahrip ettiğini ustaca işliyor. Bir yönüyle çağımızın yırtıcı iş insanını, satışçısını, pazarlamacısını yani bir bakıma sermayedarın “yönetici” süsü vererek güzellediği avcı köpeği’ni betimleyen dizi diğer yandan ise her çeşit işe alım sürecini ve beyaz yakalılığın o süreçler sonunda giderek griye çalışını gözler önüne seriyor. Metot, en kestirmeden ifade edersek bize, vaat edilen topraklar (imkânlar) ile sunulanların taban tabana zıt olduğunu ve “bu dünyada” cennetten arsa/yaka satmanın yeni eğitimli kesimde artık kimliğin-sosyal statünün cahil cesaretine dönüştüğü evreleri, nihayet doyumsuz bir batağa saplanıldığını gösteriyor.

Metot’ta gerilim henüz ilk sahnelerden, mülakata katılan adayların birbiriyle tanıştığı o ilk anda yükseliyor

Katalan Galceran’ın oyunu kuşkusuz Avrupa coğrafyasının kültürel koşullarını ve “New Millennium” üst başlığında pazarlanan neoliberal pohpoh sekansının can çekişen ruhunu yansıtıyor ancak beyaz yakalı kesimin tüm dünyada standart bir edimler kümesine sıkıştığını göz önüne alırsak yıllar geçse, mekânlar ayrışsa bile anlatının karşılığında dramatik bir değişim yaşanmadığını söyleyebiliriz. Buna karşın beyaz yakalılığın kültürel ve yapısal düzeylerde telafisi güç hasarlar aldığı, tüm dünyayı etkileyen ekonomik krizlerden hayli etkilendiği de ortada… En basitinden Türkiye için yorumlarsak suni refah döneminin beyaz yakalılığı ile günümüzün asgari ücretle aynı noktada kaldığına yakınan “isyankar” beyaz yakalılığı arasında kayda değer farklar bulunuyor. Dahası beyaz yakalılığın bu topraklarda yol açacağı zihinsel tahribatın, hayal satmanın kolay olduğu yıllarda (2000’lerin başından Gezi’ye kadar yaşanan süreçte, başka bir deyişle kısa süre önce 140 Journos yapımı belgeselde gündeme gelen Kemal Derviş reformlarının gölgesinde) doruğa çıkıp zamanla alçaldığı ve geriye yalnız hayal kırıklığının, işsizliğin, alkolikliğin kaldığı öne sürülebilir. Yahut denebilir ki günümüzde beyaz yakalılık bir alev çemberinin ortasına düşmüş akrebi andırıyor ve o akrep ancak kendini zehirliyor. Bunu neden söylüyorum? 2015 Güzünde bir yazıda, Ataşehir’de bir restoranda meydana gelen asitli saldırıyı konu almıştım.* O dönem Türkiye hızla mutsuzluğa sürükleniyordu. Siyasi iktidarın demokratik seçimlerin sonucunu bir anlamda tanımayarak yeniden tek başına hükmetme olanağına kavuşması, ekonomide tatlı uykulardan kalkılması “durgun ve çürük su” beyaz yakalılığı etkilemeye başlamıştı bile… Bir şirketin pazarlama müdürü lüks bir restoranda çocuklara ayrılan oyun alanına girmiş, eniştesi olduğu bir çocuğun yüzüne asit dökmüştü. Akılla vicdanla izah edilemeyecek bu vahşi saldırının ardında yöneticinin ruhsal problemleri yatıyor olsa da çalıştığı pozisyonun, temsil ettiği rekabet kültürünün ve yozlaşmanın (kısacası altyapının) payı da yabana atılamazdı. Günümüze gelindiğindeyse o asidin küpüne verdiği zararı tamamlayarak kabından taştığını, tepeden tırnağa tüm bir beyaz yakalı kesimin üzerine döküldüğünü görüyoruz. Maaşlar aşınıyor, home office’ler, kısa çalışmalar, şunlar-bunlar derken beyaz yakalı kesim her geçen gün köşeye sıkışıyor. Ayrıca beyaz yakayı kültürel bakımdan var eden başat öğenin-umudun sönümlenip hayallerin suya düşmesi ciddi bir bunalımı işaret ediyor. Metot günümüzü belki tam anlamıyla değerlendirmiyor, hani belki bir yükseliş dönemine dair belirgin izler taşıyor fakat bu durum değerinden düşürmüyor, kılavuz niteliğinden kaybettirmiyor.

Hangisi sahtekar? Hangisi İK’cı hangisi gerçek aday? Dizide oyundakinin aksine kadın karakteri Sezin Bozacı yerine Şebnem Hassanisoughi canlandırıyor

Oyun içinde oyun, ava dönüşen avcı… Pürüzsüz oyunculuklar ve teatral hava

Oyun olan Metot’u izlemedim, kısmet olmadı fakat dizisini pek beğendiğimi belirtmeliyim. Birkaç noktaya değinmek istiyorum. Öncelikle dört bölüm süren dizide heyecan bir an olsun düşmüyor. Bunda da dört karakterin birbirlerine karşı pozisyon almalarının, yine o pozisyonları devamlı yenileyerek bir bakıma “sandalye kapmaca” oynamalarının rolü büyük. Ne yalan diyeyim, oyunun ününü duysam dahi dizinin beni bu kadar sürükleyeceğini tahmin etmezdim. Bir bölüm bakarım diye başladım, soluksuz izledim! Metot kartlar açıldıkça bir oyun içinde oyuna, av-avcı hikayesine dönüşüyor ve doğru kırılma anlarında doğru hamleler üzerinden detaylanıp seyirciyi gizemine ortak etmeyi başarıyor. Aslında öyküde de atıf yapılan bir Agatha Christie vakası çözmeye çalışıyoruz sanki. Bana eksilen ve failin hedef şaşırttığı örgüsüyle On Küçük Zenci‘yi hatırlattı. Metot’un en önemli artışı ise seyirciyi harekete geçirip oyunun işleyen/düşünen/salınan bir parçası haline getirmesi. Empati meselesine vurgu yaparak sona eren metin karakterleri kadar seyirciyi de kıran kırana bir iş görüşmesinin atmosferine taşıyor. Böylece seyirci hem büyük vakayı, işaret edilen bilmeceleri çözmeye, yapbozu tamamlamaya çalışırken hem de karakterlerin derinliklerinde kendi kuytularını keşfe çıkıyor. Dizinin politik ve ahlaki sorgulayışları gündeme taşıyan metni dışında tekniğine de eğilmeliyiz. Zira bu tekniğin metni tamamladığını, enerjiyi uygun kullandığını söylemek mümkün… Anlatının tek mekânda geçmesi, olay örgüsünün şapka giyip nutuk atma vb. fiziksel oyunlarla desteklenmesi yine plan tercihlerinin sahnenin ihtiyacı olan duygu ve aksiyona yönelmesi teatral havayı öne çıkarıyor. Metot pürüzsüz oyunculuklarla “oyun içinde oyun” karmaşasasının da üstesinden geliyor, bazen bu karmaşayı avantaja çeviriyor. Beyaz yakalıların rekabet etseler dahi ortak bir mevziyi (toplumun alt katmanlarından üstün oldukları yanılgılarını), plastik bir görüntüyü (seçici ve arzulu gösterilerini) koruma kaygıları onları tek bir tipte toplarken satır aralarındaki duygusal/cinsel gerilimlerden yeni ayrışmaların körüklenmesi ancak yetenekli oyuncularla mümkün oluyor. Onlar hem aynı hem farklılar! Hem av hem avcılar… Hem kurt hem kuzular! Oysa şu acımasız oyunu, puslu vadiyi terk edip bir tepede bağdaş kurmalı, sigara tüttürmeli belki de!

https://www.insanbu.com/eski/a_haber8fb3.html?nosu=1887

Haydar Ali Albayrak

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın