Snowpiercer: Makinistler Moskova’ya!

Parazit’in yönetmeninden… Bu ibareyi son dönemde pek sık duyar olduk. Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho, Altın Palmiyeli, Oscar ödüllü filmiyle epey üne kavuştu. Onun Avrupa sinemasına, oradan online platform işlerine geçişi ise 2013‘te Snowpiercer ile başlıyor. Bir Fransız çizgi romanını (Le Transperceneige) uyarlıyor Joon-ho ve devamında Okja (2017) geliyor. Yine kapitalizm eleştirisi… Bu kez Asya’dan Amerika’ya dünyayı dolanan, Batıyı hedef gösteren cinsten… Her iki filmde sınıfları, sistemin işleyen dişlileri biçiminde ifşa eden yönetmen Parazit ile minimal bir zemine ayak bastı ve çatışmayı kişilikler üzerinden sergiledi. Kişilikler, eğilimler, kültürel yorumlar, “coğrafya kader midir” klişesi vs. Konumuz Parazit değil. Hatta bırakın şimdi yazmayı, 2019’da Parazit ve Joker sinema yazınını kasıp kavururken çıtını çıkarmayan azınlığa dahildim. Biraz da mutluyum bu halden. Parazit üzerine yazmadım çünkü fırtına kopmuştu, göz gözü görmüyordu. Öte yandan filmi beğendim, kötü sonuna rağmen… Ancak her şeyden öte bir çığır film, bir eşik film Parazit, aldığı ödüllerden fazlası… Sosyal adaletsizlik eleştirileri bir çizgi çekiyor öykü krizine giren sinema dünyasında… Bir tür asla rücu olarak yorumlayabiliriz bu yeni çizgiyi. Sınıf ayrımı özellikle gösteriye dayalı sanatların vazgeçilmez kozu… Onu işleyen birçok sahne performansı izledik, izliyoruz, izleyeceğiz. Sinemada Chaplin‘in Modern Zamanlar‘ı hâlâ güldürüyor çünkü işçisi patrona kafa tutuyor. Peki işçilerin patronunu tiye aldığı Parazit’e nasıl geldi yönetmen? İşte bu Snowpiercer’larla falan geldi! Biz dizisini konuşacağız, filmini değil fakat yine de Bong Joon-ho’dan gireyim istedim. Zira Parazit’in, günümüzde sevilen deyişle “yeni normal” olduğu anlayışa nasıl gelindiğine bakmak gerekiyor. Baştan birkaç şey söyleyeyim. Dizi bir çizgi romandan uyarlanışının hakkını veriyor. Anlatıya sinmiş o hava. Bunu bir dezavantaj saymamak lazım. Joker filmi çizgi romanların sosyal eleştiri getirebileceğini kanıtladı. Bilhassa çağımızın bu tür yeni söylemlerle ilerleyeceği anlaşılıyor. Snowpiercer da dönemin ruhuna uygun… Bir kere tür bakımından sınır tanımıyor. Polisiye gibi başlıyor fakat polisiye diyemiyoruz. Distopya mı demeliyiz? Distopya ki arayış ürünüdür ve geçiş dönemlerinin alametifarikasıdır. Metropolis (Lang, 1927) iki dünya savaşı arasında kalıp ikinciyi haber verdi. Fransız yönetmenler savaştan yıkıntıyla çıkmış Avrupa atmosferinde distopyalar çekti, Alphaville (Godard, 1965) ve Fahrenheit 451 (Truffaut, 1966) gibi… 60’ların ikinci yarısında Hollywood Rönesansı (New Hollywood) geldi ve ticari sinema dilinde sanatsal iyileşmeler yaşandı. Blade Runner (Ridley Scott, 1982), 1984 (Michael Radford, 1984) ve Brazil (Terry Gilliam, 1985) gibi Amerikan filmleriyse çözülen Sovyetlerin arifesinde üretildi/tüketildi. Bu filmlerde bilimkurgu ağır basıyor ve genel manada otoriter yönetimler eleştiriliyor, yahut kaotik bir atmosfer çiziliyor. Snowpiercer da otorite meselesine eğiliyor, kaosu gösterip düzene razı ediyor fakat sınıf savaşını vurgulaması yönünden bir nebze yenilik taşıyor. Buraya değinmeliyiz. Snowpiercer katıksız bir distopya değil. Bir distopya kendi zaman ve mekânını yaratır. Bizim öykümüz güncel korkulardan o denli bariz besleniyor ki tam bu noktada ister istemez çizgisel zamanı hatırlıyoruz. Sanki 50 yıl sonramız Snowpiercer yahut 150 yıl sonramız… Dizideki öyküde dünyanın yok oluşundan 7 yıl sonrası ele alınıyor. Ama bir kırılmadan yoksun, daha ziyade bir aşınma sonucunda, günden güne kötüleşen iklim krizi sonucunda kuruluyor atmosfer. Tüm distopyalar mevcut korkulardan az çok iz taşır fakat alegorik üslubun eksikliği zaman ve mekan algısının yeniden üretilemeyişine yol açarsa kör göze parmak bir günümüz fantazyası çıkar ortaya. Bu durum Snowpiercer’ın sınıf savaşımına yaklaşımını da açıklıyor. Bir distopyada sınıfların olduğu gibi yansıtılması sıkıntılı bir durum. Ortada bir türbülans var. İklim krizi dünyayı felakete sürüklemiş ve bu felaket tüm toplumsal tabakaları etkilemiş. Türbülanstan yeni sınıfların çıkması beklenir. Muğlak ikinci ve üçüncü vagon yolcuları ise yeni bir sınıfın eşkalini karşılamaktan uzak. Fakat bu tercihin ideolojik bir boyutu olduğunu zannediyorum. İklim değişikliğinden sorumlu tutulması gerekenlerin yine baş köşeye oturarak kenara çekildiği bir distopya her şeyden evvel “böyle gelmiş böyle gider” mesajı taşıyor.

Devrime akan kompartımanlar ve çelişik bir seyahat

Çağımızın gösteri dünyasına ait distopyalar halihazırda kötü olanın daha kararmış tablosunu sunarken Snowpiercer hem distopik yaratı bakımından sınıfta kalıyor hem yeni bir perspektif önermeyerek tarihsel misyonunu yerine getiriyor: Sınıf gerçeğini kafaya vura vura öğretiyor! Oysa öykü klişe diyebileceğimiz bir çatlaktan (“sınıflar ve sınırlar üstü” bir krizden) serpilse dahi vurucu bir anlatıma sahip… Küresel ısınma sonunda dünyayı felakete sürüklemiş, ısıyı düşürmek isteyen bilim insanları ayarı kaçırınca bu kez ekosistem iflas etmiş, dünya çekirdeğine dek soğuyup bir buz devrine girilmiştir. Buz devri tüm canlıların sonu getirirken Modern Nuh şeklinde anabileceğimiz Wilford adlı tasarımcının 1001 vagonlu, iki katlı treni donan yeryüzünü sürekli gezerek enerji dönüşümünü ve yaşamın devamlılığını sağlamaktadır. Bu tren sahiden devasadır. Üst katlar gündelik yaşama alt katlar teknik uğraşlara ayrılmıştır. Birinci mevki projenin yatırımcılarına başka bir deyişle eski dünyanın kodamanlarına tahsis edilmiş, ikinci mevki nitelikli çalışanların ve sınıf atlayabilenlerin meskeni haline gelmiştir. Üçüncü mevki ise sınıf atamanın hayli güç olduğu ayaktakımını karşılar. Trenin bütün işlerini çekip çeviren, enerjisinden gıdaya tüm ihtiyaçlarını gideren bu mevki aynı zamanda neşenin de kaynağıdır. Eski dünyaya dair anıların çağrıldığı bir zevk odası, genelev, striptiz kulübü ve bar işletilmektedir. Anlatıyı dolayısıyla treni tamamlayan ise kuyruk kısmıdır. Adından da tahmin edileceği üzere burası trenin benimsemediği bir yerdir. İnsan evriminde kuyruğunu nasıl attıysa tren de krizden kurtulup kuyruğu attığını umarken yanılmış, araca son anda atlayan bu davetsiz misafirler enerjiye ortak çıkmıştır. Kuyruk Antik Yunan demokrasindeki kölelerdir aslında. Hiçbir hakka sahip değillerdir, buna karşın trenin emrinde boğaz tokluğuna çalışırlar. Bazen kanlı isyanlara kalkışsalar dahi trenin yalnız cop ve kesici alet kullanan kolluk güçlerince (polis: frenci ve asker: postal) bastırılırlar. Trenin nüfusu böyle idare olurken bir de bürokrat ve teknokratlardan meydana gelen yönetim kesimi vardır. Lokomotif ve konaklama adı verilen bu iki daire trenin irili ufaklı sıkıntılarını çözmekte, seyahati daim kılmaktadır. Birinci mevkide güç Folger ailesindedir, treniyse projenin kurucusu Wilford adına Melanie Cavill (Jennifer Connelly) yönetmektedir. Melanie’nin baş yardımcıları Ruth (Alison Wright) ve Makinistler Juan ile Bennett‘dir. Bennett (Iddo Goldberg) lokomotifte, Ruth ise trenin idaresinde sağ kol vazifesi görmektedir. Bir bakıma Bennett dış işlerden sorumludur, uyduyu takip eder, teknik donanımı yönetir, trenin raydan çıkmasını engeller; Ruth ise hırslı ve Wilford hayranı bir kraldan çok kralcıdır. Melanie arkadaşının bu zaafından faydalanarak onu iletişiminin pek güçlü olmadığı Kuyruğa gönderir, tabiri caizse kötü polisliği ona yaptırır. Diğer yandan kolluk kuvvetleri ve birinci mevki ile yakından ilgilenmesini teşvik eder, bir çeşit koordinatörlük verir. Nüfus planlamadan, enerji tüketimine, gıda kullanımından eğitime ve sağlığa dek her şey kendini üstü kapalı da olsa Wilford’un gölgesi ilan eden Melanie’nin kontrolündedir. Melanie her mevkide yolcular ajanlaştırmış, doktorundan öğretmenine, mühendisinden ordu mensubuna her kesimi etrafında toplamış totaliter bir figür olarak boy göstermekle beraber sınıflara yaklaşımı eski dünyanın standartlarından ayrılmaz. Birinci mevki ile iyi geçinilir, kuyruğa hoyrat davranılır. Yine de dizideki olayların filmdeki kadar zalimane geçmediğini hatta karakterlerin daha insaflı çizildiğini not edebiliriz.

Biletli yolculuk hırsızlıktır!

Dizinin tetikleyici olayı kuyruğu trene tam manasıyla bağlayan bir cinayettir. Melanie’nin muhbirlerinden biri uzuvları ve cinsel organı kesilerek öldürülür. Melanie bu cinayeti aydınlatması için kuyruktan eski dünyada polislik yapan Andre Layton (Daveed Diggs)’ı getirir. Böylece Layton trende geçen 7 yılda başarısız oldukları isyanların intikamını alma fırsatı yakalar. Cinayeti çözer, isyan için işleyişe yönelik bilgi toplar fakat tren yönetimindeki kimi tuhaflıkların da farkına varır. Kuşkusuz bunun bedelini uyutularak (trendeki bir idam biçimi) öder. Dizi Layton’un öncülüğünde evvela bir cinayetin aydınlatılmasını ardından bir isyanı işler ve yıkımdan sonra dünyanın pek değişmediğini, hâlâ ders çıkarılmadığını gözler önüne serer. Koronavirüs salgınının ilk aylarında “dünya artık eskisi gibi olmayacak, doğal yaşama saygı duyulacak” rüzgarı kapitalizmin yeni düzene ayak uydurmasıyla dindi ve gündeme taşınan “esnek çalışma” burjuvazinin bir krizi daha lehine çevirmesinin ifadesiydi. Krizlerden kendi üstün becerisiyle değil de her kesimden (sağdan-soldan) şarlatanlarının manipülatif gücü ve karşıtlarının beceriksizliğiyle çıkan burjuvazi küresel ısınmanın açtığı yıkımdan da neredeyse alacaklı çıkıyor! Trenin yönetimi bunu son derece çarpıcı gösteriyor. Kuyruktakilerin hırsız, gaspçı olduğu söyleniyor. Doğrusu anarşist kuramcı Proudhon‘a ait ünlü ve kışkırtıcı “mülkiyet hırsızlıktır” söyleminin “Wilford treninde biletli yolculuk hırsızlığın daniskasıdır” biçiminde güncellenebileceği türden bir anlatı Snowpiercer. Esas hırsızın insanlığı sürdürme hakkını servetleriyle kazandıklarını zanneden burjuvalar olduğu anlaşılsa dahi bu asalak sınıfın trenden dışlanışı nice sarsıntıya yol açıyor. Melanie’den evvel Bess (Mickey Sumner) gibi karakter sahibi kollukların isyan birliğine katılışı ve dayanışmayı simgeleyen “tek kuyruk” sloganının tek tren’e evrimi dikkat çekiyor. Bu bir devrim temsili… Çözülmeleri, karşı taraftan desteği ve savaşa niyetlenen cephenin berkitilip çıkarlarda asgari birlik sağlanması bir devrimin öz niteliklerini vurguluyor. İki meseleye bakmamız gerektiğini düşünüyorum: Kaybedecek zincire ve proleterya diktatörlüğüne.

Kuyruğundan başka kazanacak bir şeyi kalmayan tren ve proleterya diktatörlüğü

Dizide bir dünya düzeninin olduğu gibi tren yaşamına uyarlanması tarihsel pratikleri de değerlendirmenin doğal tarafı kılıyor. Elbet bu pratiklerin bazı kalkış ve varış noktaları var. Kaybedecek zincir meselesi de trendeki isyanın anahtarı adeta… Öykü, gelişimleri sınırlı aktarsa dahi üçüncü mevkinin (ayaktakımının) grev yaparak hayatı yavaşlatması ve böylece bu yavaşlamanın, hareketin hayati bir anlam taşıdığı trende fren vasfına bürünmesi günümüz dünyasında da grevlerin çelimsizliğini gözler önüne seriyor. Örneğin orijinal metnin yazıldığı Fransa’da genel grevler ve son süreçte Sarı Yelekliler’in yarı düzenli kalkışması “hayatı durdurma” hedefini koyuyor önüne. Fakat bir ileri iki geri süregiden kazanım mücadelesinde “yeterince” büyük hamleler gelmiyor ve belli aralıklarla mücadele sistem tarafından çekilen bentlere tosluyor. “Kaybedecek şeyi olma” meselesini mücadelenin sonraki aşamaları için yorumlamak ne kadar doğru? Belki de Fransa’da greve çıkanlar sonu belli bir maceraya girişiyorlar her defasında ve kazanımlarının kayıpları altında kalacağını kavradıkları anda basit bir hesapla masadan kalkıp çekiliyorlar sokaktan. Snowpiercer özelindeyse kuyruğun (her milletten ezilenlerin, yok sayılanların) ve üçüncü mevkinin (daha toparlayıcı ve açıklayıcı bir çağrışımla üçüncü dünyanın) isyan arifesindeki çekinceleri yol gösteriyor. Üçüncü mevki yemek yiyebiliyor, bir yatakta yatabiliyor dahası bu tür temel ihtiyaçlarını kollukla takışmadan giderebiliyor. Üçüncü mevki mevcut konforunu kaybetmek istemiyor. Kuyruk ise çıplak yaşamından gayrısına erişemeyenlerin, işkenceye, hakarete uğrayanların, boğaz tokluğuna köleliği bile nimet sayanların yurdu… Bu bağlamda demokrasi getirilen, ilkin uçaklardan bildiri atılan, ardından değerleri sömürülüp kuru ekmeğe talim ettirilen bir Ortadoğu ülkesi mesela… Bir Afrika ülkesi belki… Zincirinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış kuyruk kesilip atılmayı bekliyor. Her an trenden ayrılmayı… Yahut kolları kesiliyor hak arayanların… İkinci mevkinin devrime yaklaşımı ise çıkarlarını iyileştirmek üzerinden… Aslında ikinci mevki nitelikli emek sahiplerinin ikameti ile üçüncü mevkiye daha yakın olması beklenirken birinci mevkinin ağzına bakar hale getirilmiş. Orta sınıfın kaypak yapısını ikinci mevkide görebiliriz. Fakat devrimin kaderini belirleyenler üst düzey yöneticiler oluyor. Mühendis takımı mesela… Bunlar ikinci sınıfa dahil edilemez. Nasıl bir CEO beyaz yakalı çalışanlarla aynı kefede tartılmıyorsa trenin makinistini gıda mühendisi ile bir tutmak da doğru olmaz. Hani stoklar tükenirse insanlar iyi kötü birbirini yer (kuyrukta daha önce yamyamlık yaşandığı belirtiliyor) ama tren raydan çıkarsa kimse hayatta kalamaz! Aslında kalifiye eleman ihtiyacının belirleyici oluşu ve tekniğin boğucu üstünlüğü öyküdeki karanlık havayı destekliyor. Bilimin yok ettiği dünyada yine bilime mahkum kalmak, kaosun dahi kontrol altında yaşanması bir tür kabus! Snowpiercer’da kaybedecek zincir meselesinin tezadı şeklinde yükselen proleterya diktatörlüğünü görüyoruz. İlk sezonun finalinde Kuyruk, kaybedecek şeyi olanların desteği ile trenin yönetimini ele geçirirken bunun bir yanılsama olduğunu anlamakta gecikmiyoruz. Kuyruk ve üçüncü mevki bir devrim gerçekleştirse bile “hümanizm” gibi zaafları olan liderleri Layton’ın önderliğinde lokomotife ve konaklamaya teslim oluyorlar. Sıcak savaşı kazanıp masada kaybetmek tam da bu olsa gerek! Devrimin sadece işçiler ve işsizlerle yapılamayacağını öğretiyor Snowpiercer’ın başarılı görünen başarısız devrimi. Çünkü Proleterya diktatörlüğü kurmak sanıldığı kadar kolay değil. Sadece proleterlerle bir diktatörlük kurmak ise handiyse imkansız! Devrime proleterlerin, servetten payını alamayanların katılımı hayati olmakla birlikte emeğin proleterleştiği ölçüde bilinç düzeyine yansıması gerekiyor. İkinci mevkinin, dahası birinci mevkinin kuklası yöneticilerin safını doğru tutarak her kesimi memnun edecek bir gelecek üzerinde uzlaşmaları hiç değilse zaman kazandırıyor ve vahşi sömürünün baltasını taşa vuruyor.

Wilford’un tanrısallığı

Filminin aksine dizide Wilford iktidar savaşından dışlanmış. İlk sezonun sonunda ancak giriyor öyküye, elbette dönüşü muhteşem oluyor! Treni sömürecek bir trenle geliyor. Wilford’a hayranlık ve burjuvazinin Wilford’un varlığına sonsuz imanı incelemeye değer. Bu kişi yeni dünya/felaket sonrası dünyayla yani trenle öyle hemhal olmuş ki  eski dünyada Hristiyan oldukları düşünülen yolcular haç çıkarmak yerine göğüslerine W çiziyorlar. Wilford bir Mesih’ten veya Nuh’tan fazlası… Yeni bir Tanrı… Bir anlamda ilkelliğe dönüş, kurtarana tapılması ve insanlığı ilerleten buluş, gelişim gibi faktörlerin dizginlenişi biçiminde yorumlanabilir. İnsanlık gündelik yaşamını çekip çeviren unsurlara örneğin ateşe veya toprağa tapmayı bir müddet sonra terk edip nasıl göksel bir yaratıcıya yöneldiyse Snowpiercer’da da yaşamın devamlılığını sağlayan makine dairesine, makiniste değil onları da yönlendirdiği düşünülen büyük bir güce sığınıyor. Ancak işin ilginç tarafı yeni tanrılarını hiç sorgulamayışları… Bu kopukluk Melanie’nin Wilford’suz treni nasıl rahatça yönettiği de açıklıyor. İnsanlar Wilford’a ulaşamıyorlar. Trene binerken oradaymış, hatta Ruth gibi bazı çalışanları bizzat işe almış, bir zamanlar kanlı canlı karşılarındaymış işte! Fakat o kadar… Kimse adamın son halini merak etmiyor. Arada Melanie eski ses kayıtlarını montajlayarak güncel gelişmelere dair görüş bildiriyor, rutin moral konuşmaları yapıyor. Wilford’un tanrılığını reddedenler de var kuşkusuz. Açıktan muhalefet yürütmeseler bile onu finanse ettiklerini düşündüklerinden bazı kararlarına itiraz getiriyorlar. Folger’lar kızları (LJ FolgerAnalise Basso) cinayete azmettirmekten suçlanınca Wilford’a ulaşmak istiyor. Zaten birinci mevkinin tavrı ilginç bulunabilir. Diğer mevkilerin büyük şefe ulaşma şansları yok fakat birinci mevki yolcular hele hele Folger gibi projeye kaynak aktaran azgın burjuvalar neden merak etmiyor Wilford’un son halini? Dilerseniz usta yönetmen Bunuel‘in El Ángel Exterminador (Yokedici Melek, 1962) filmini analım. Film burjuvaların davetli oldukları bir konaktan çıkamayışlarını ele alıyordu. O konakta da cinayet işleniyor nedir ki burjuvalar hiçbir kapı kilitli olmamasına karşın tuhaf bir esaret yaşıyorlardı. Filmin sonunda çıkıp bu defa kilisede mahsur kaldılar. Bunuel’in sınıfın yozlaşmış yapısına yönelik göndermesini saf bir eblehlik belirtisi biçiminde yorumlamak da mümkün ama burjuvaların hazıra alışmış bilinçlerini göz ardı edemeyiz. Onlar birilerine vekalet vermeye alışmış. Onları konaktan birilerinin çıkarmasını bekliyorlar. Kendileri yalnızca yemek yiyip dedikodu yapabiliyor, fazlasına harcayacak enerjileri yok. Snowpiercer’da ise vekalet Wilford’a ve yöneticilerine verilmiş. Ne zaman bu yöneticiler birinci mevkiyi karşısına alıyor o zaman işin rengi değişiyor. Birinci mevki yolcular tüm trenin erişilmez tanrısını sorgulamaya koyuluyor. Wilford ile Melanie, Ruth ve Bennett gibi üst düzey yöneticilerin varlığı başlı başına ilgi çekici. Burjuvalar para verip düdüğü çalmış, dünyadaki son insanları güvence altına alan trene kapağı atmış fakat tek başlarına bir hiçler. Mesele çalışmaları, enerji üretmeleri falan da değil, zorda kalsalar neden yapmasınlar? Mesele burjuvaların diğer mevkiler sayesinde ayrıcalıklı bir konuma yükselmeleri… Burjuvayı burjuva yapan parası değil artık. Treni post apokaliptik bir mekân kisvesinde değerlendirirsek Burjuvalar kefene cep dikememişler ve orada burjuva kalmalarının tek olanağı diğer sınıflar üzerinde tahakküm kurmaları. Bu tahakkümü de kolluk kuvvetleri ve tren yöneticileri vasıtasıyla kuruyorlar. Aslında bir kez daha alt sınıfların emeği ve varlığı olmaksızın burjuvazinin hiçbir koşulda direnç göstermeyeceğini özümsüyoruz.

Makinistler Moskova’ya!

Snowpiercer’a yönelik sözleri toparlarsak bir post apokaliptik anlatı olduğunu nedir ki distopya niteliği taşımadığını söyleyebiliriz. Kendi zamanını yaratamayan dizide mekânın kuşatıcı etkisi de yeterince kullanılamıyor. Trenden çıkanların anında donması veya bir ceza olarak kuyruktakilerin kollarının dışarıya, -120 dereceye çıkarılması çarpıcı fakat dış dünya daha iyi betimlenebilirdi. Dizide zaman zaman donan gökdelenleri yahut bahçeli evleri görüyoruz. Daha ilerisine gitmiyor çünkü dışarıda bir yaşam yok dolayısıyla bir görüş alanından söz edemeyiz. Evet, yolcular dışarı çıkamıyor, gezemiyor dilediğince ama dışarısı neden yolculara gelmiyor? Mesela sadece çığ düşmez de bir gökdelen devrilir raylara! Tren rayına mahkum, yolcularsa trene… Bu açmaz hiç bozulmasın istenmiş. Bir çelişkiden yararlanılmış dizide… Tren hareket edecek fakat hep aynı hareketi. Esasen gidişi değil de büyük bir duruşu imleyecek. Yılın yeni tarifinin de artık anlam ifade etmeyen güneşin etrafında tam tur yerine dünyayı dolaşan trenin ilk hareket noktası Chicago’ya gelişi olması donmanın insanları aslında sanılandan çok daha fazla sınırladığını ve alışkanlıklarını değiştirip yeni bir kültüre sevkettiğini ortaya koyuyor. İnsanlık tren yaşamına ve dayattıklarına çarçabuk uyum sağlıyor. Hani evrim dedikleri… Adaptasyon dedikleri… Öyleyse yazıyı anlatının devrim sorumluluğu yüklediği makinistlere bir çağrı ile bitirelim. Rusya’da alabildiğinize kar buz bulabilirsiniz, lütfen tası tarağı, treni rayı toplayıp oraya gidin! Makinistler Moskova’ya!

Haydar Ali Albayrak

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın