Alçakça katledilen Deniz Poyraz’a…
Gündemin köleleri olarak yürürlülük ve geçerlilikteki jargona kayıtsız kalamıyoruz. Her gün kulağımızı tırmalayan sesler doğrudan zikrimize dönüşüyor ve fikir sahibi olmadan zikir sahibi oluyoruz! Sedat Peker videoları zannedilenden daha fazla etkiye yol açıp taşları yerinden oynatmaya başlamışken giderek siyasallaşan hitap da dikkat çekiyor. Peker videolarda 40 yaş üstünün “televole zehri” aldığını, dolayısıyla iflah olmayacağını yineliyor. Sitemi bizim depresif muhalefetinkiyle örtüşüyor aslında. Muhalefet de orta yaş ve üstünden ümidi kesti dersek yanlış olmaz! Benzer bir mantık işliyor, televole yahut koalisyon zehrini alanın yüzü gülmüyor kardeşlerim! Hani zehrin cinsi değişse bile etki korunuyor. Diğer yandan ise aşı tartışmaları yeni bir boyut kazandı. Aşılamanın hızlanması toplumu bir nebze rahatlattı ancak orada da “dünya sönse” rahatlayamayacak olanlar var elbette.

Aşı hakkı asansör misali 45 yaş, 40 yaş diye gayet nizami inerken tabiri caizse halat koptu ve bir anda tüm sgklılar yani “sigortalı çalışanlar” aşı kampanyasına dahil edildi! işsizler, kayıt dışı çalışanlar ve çocuk işçiler, mesela hemen her gün sokaklarda rastladığım kâğıt toplayıcılar tabi yine avucunu yaladı! Aman avucunu yalamasınlar, korona olurlar! Değil mi ya! Şimdi tam şu saatte ajitasyona başvurmak istiyorum. En ucuzundan propagandalar yapmak istiyorum. Ağız dolusu küfretmek istiyorum. Çünkü ağır işitiyorsunuz aşılananlar! Sgklı kardeşlerim, 40 yaş üstü kardeşlerim! Bir omzuna aşı yiyenler, diğer omzunuzu dönüyorsunuz, ikinci doz için! Size dokunan aşı bin yaşasın, yan etki de göstermesin, o vakit işlem tamam… İşsizler mi? Boş verin işsizleri! Siz mi işsiz bıraktınız? Hem yaşlıları eve siz mi tıktınız? Saçma sapan yasakları siz mi koydunuz sanki?
Parka düşmüştür ceza makbuzu: Cezaiyim, cezaisin, cezai!
Kuşkusuz meseleyi aşılama pratiği ile sınırlandıramayız, zaten kısa süre içinde bırakın 40’ı 30 yaş altına da sıra gelecektir. Önemli olan aşının teminiydi ve yapılan anlaşmalarla sıkıntı büyük ölçüde çözülmüş görünüyor. Ayrıca aşılananların günahı ne sahiden? Ayrımları onlar mı belirledi? Nedir ki aşıdaki tuhaflıkların yanı sıra ilginç bir “kapanma” döneminden geçtik. Çalışanların çoğu çalışmaya devam ededursun işsizler ve her devrin kaybedeni 65 yaş üstü, salgın bahanesiyle eğitim hakkı gasp edilen çocuklar “evde kalmaya” zorlandı. Bu kapanmanın ilk günlerinde alışveriş izni verilen saat aralığında parkta oturuyordum. Tam bu noktada kraldan çok kralcıların, canı hepimizden kıymetli olan, maske üstüne maske onun üstüne siperlik neyim takan, yetmeyip yaz sıcağında lateks eldivenle dolaşan o süper insanların şu masumane park kaçamağım karşısında nasıl dehşete düştüklerini tahmin edebiliyorum ama insanız, hava alacağız, kusura bakmasınlar artık! Neyse efendim, esas meseleye gelelim. On metre ötemde devriye atan polisin köpeğini gezdirmeye çıkaranlara ceza yazmak istediğini gördüm. Elindeki cihaza bakan bir polis konuşuyor, diğeri ise yanında dikiliyor, etrafa bakıyordu. “Yetkili bir abi”ye benzeyen polis cihazdan neyi sorguluyordu bilemem fakat tarafların uzlaşamadığı vücut dillerinden anlaşılıyordu. Çok geçmeden koşar adım yürüyen yaşlı bir adamcağız beni ve parkın çardağında oturan birkaç kişiyi uyardı, “polis ceza yazıyor” dedi. Milleti oksijen çarpmış olacak, kimse bozmadı istifini, bunun üzerine adam tekrarladı. Eh, insanlar çağrıya uyarak teker teker ayrıldı çardaktan nihayet ben de pes etim ve gönülsüz de olsa kalkıp çıkışa yürüdüm. Doğrusu buna tüymek denir! Belki kontrollü tüymek! Oysa Timur’un karşısına yalnız çıkan Nasreddin Hoca gibi hissettim kendimi! Hoş, bana kimse söz vermemişti, bir sivil itaatsizlik falan başlatmayacaktık! Ama ne bileyim, onlar kalsaydı ben de kalıp hakkımı savunurdum, bu saçmalığı tartışırdım hiç değilse. Durum o kadar saçmaydı ki! Bir işsiz olarak kaldırım aşındırabilir dahası markette uzun saatler dolaşabilirdim ancak parkta beş-on dakika geçirmem halk sağlığını tehdit ediyor, ceza yememe sebep oluyordu. İşte bu saçmalığı tartışır, hatta ileri giderek vatandaşlık hakkımı kullanıp cezaya itiraz ederdim. “Yok artık” dediğinizi duyar gibiyim! Vatandaşlık hakkı mı? İtiraz etmek mi? Silivri soğuk, bu bir; ikincisi yasalar, yaptırımlar, düzenlemeler, yönergeler… Çaya batırılan bisküviler… Cezaiyim, cezaisin, cezai anlayacağınız!

Yasalar yahu! Yasa gibisi var mı? Öyle değil mi 40 yaş altı avukat arkadaşlar! Hem yasaklar da yasalara dahil çünkü vatandaşlar hâlâ kurbanlık koyun! (Bunu dilerseniz melodik okuyabilirsiniz) Avukat arkadaşlar cezaya ancak kesildikten sonra itiraz edilebileceğini hatırlatacaklar muhtemelen. Bizim aklımıza gelmez o kadarı… Ne de olsa hukuk denen şey adaletin pek uğramadığı bir sirkte iki direk arasına gerilen ipten ibaret ve üzerinde yürünüyor daima, maharetliler hoş bir gösteri sunarken biz biletliler melül melül seyrediyoruz! Hatırlarsanız, cesur bir savcı çıkıp da yasakların hukuksuz olduğunu söylemişti, anında cezalandırdılar adamı, kaç kişi sahip çıktı? “Cesur savcı” denince aklınıza sadece Savcı Esra mı geliyor? Anladım.. Peki bu savcı sosyal medyada gündem yapıldı mı 40 yaş altı kardeşlerim? Yapılmıştır, güzeeel!

Koşullu esaret, kabul edilmiş yıkım, işsiz ve suskun… Ümit nerede?
Kırk yaş altı işsiz kardeşlerim, kayıtlı kayıtsız çalışan şen kardeşlerim, büyüklerim ve küçüklerim, taşın altından imtina edilen el sahipleri olarak cümlemiz… Cümlemiz “koşullu bir esaret” yaşıyoruz. Kimse kıpırdamıyor. Örneğin ben en doğal haklarımdan olan “bir parkta banka oturma” hakkımı dahi tek başına savunamıyor, yanımda bir ses, bir nefes arıyorum. “Bu gergin günümüzde hepinizi yanımızda görmek isteriz” misali! Koşullu başlıyorum adalet arayışıma, top çeviriyor, okkanın altına gitmekten, ceza yemekten çekiniyorum kısacası fakat bu davranış yalnız bana mı ait? Herkes birbirinden beklemiyor mu hakkını aramayı? Avukat arkadaşlar gücenmesin ama hak bu kadar vekaleten aranan bir kavram mıdır? Kavramsal açıdan diyorum, yanlış anlamasınlar! Hani ben “bir başkası hakkımı arasın” diye beklersem, o başkası “benim onun hakkını aramamı” beklerse halimiz nice olur? Demokrasi itirazın bereketi değil midir?

Tüm bunların ötesinde kabul edilmiş bir yıkım söz konusu… İşsizlik, geleceksizlik, KYK borçları, yaşam tarzına müdahaleler… Hepsi sinemizde, öyle bastık ki bağrımıza yıkımımızı, öyle sardık ki tedirginliğimizi. Korkularımızla flört ediyorduk adeta, sahilde kayalıklara oturmuş geleceğimizin batışını izliyorduk birlikte, üşüdüğünü düşünüp üzerine şal attık, örttük kimse görmeden, sardık onu sımsıkı, hemhal olduk. Kıpırdamadık yerimizden, donakaldık öylece. Kuşkularımız, kaygılarımız mahvetti bizi. Şairin dediği gibi “bu güzel havalar” değil, bu rezil havalar mahvetti! Bu adi havalar mahvetti!
Çocukken başımıza muhakkak gelmiştir, oyundan kovulmuşuzdur kesin, bir köşede sızlanıp sızlanmamak arasında salınmışızdır. Ağlasak mı ağlamasak mi? Kararsız ve alıngan dikilmişizdir. Şimdi yaşamımız, kovulduğumuz bir oyuna döndü tümden. İşsiz ve suskunuz, kırk yaş altı aşısız, gariban kardeşlerim! Bir köşedeyiz işte, sümüğümüz aktı akacak! Pır pır ediyor yüreğimiz, kirpiklerimiz nemli… Yaşıyoruz en temel hakkımızı dahi arayamadan, yaşıyoruz aşağılanarak… Sosyal yaşamın safrası olarak bakıyorlar bize… Bir cerahat… Derbederiz… Peki, ya ümit?

Bugün yolda yürürken tanık olduğum bir olayla noktalayayım yazıyı. Kâğıt toplayıcı bir çocuğun peşine köpekler takıldı. Havlayarak kovaladılar; etrafını sardılar, önüne geçtiler, ardından koştular. Derken köpekleri atlatan çocukla göz göze geldik. Çocuk gülümsedi, bir oyundu bu onun için… Yaşıtlarının şımarıklık çağında yüklenmişti arabasını, gülüyordu yine de… A Haber metni yazmıyorum, çiğ bir umut, arabesk bir çıkış gelmesin bu örnek, romantize etmek gibi derdim de yok ama gelecek sanırım o çocuğun gözlerinde! Ve biz yaşama tutunacağımız antikoru bakışlardan üreteceğiz, o yüzden diyorum ki daha sık bakalım birbirimize, çünkü ışık orada…
Haydar Ali Albayrak