Son “Marksist Şaka” Olarak Seremoni Filmi

İki sınıfı aynı çatı altında, zenginin yuvasında karşı karşıya getiren Parasite, Claude Chabrol‘un “son Marksist film” olarak nitelediği La Ceremonie‘nin* de anılmasına yol açtı. Seremoni ise Parazit’i andırmanın ötesinde 90’lar Avrupa sineması için Funny Games‘ten iki yıl evvel kurgulanmış bir şaka mıydı yoksa çözülen Sovyetler sonrası yaşlı kıtanın hal-i pürmelalini mi sergiliyordu? Filmi izledikten sonra her iki düşünceye eşit mesafede kalmak mümkün… Chabrol’un, Ruth Rendell’ın eserinden uyarladığı usta işi gerilimi seyirciyi birçok bakımdan doyurmayı başarıyor. Meseleye psikolojik yaklaşanlar da doyuyor, ekseni feminizm tartışması biçiminde belirleyenler de… Doğrusu kendilerini hiçbir zaman “düz sinema seyircisi” saymayan düz sinema seyircileri de bu şakayı memnuniyetle karşılıyor. Chabrol “son Marksist” filmde neye inanmak isterseniz ona inanabilirsiniz diyor sanki. İster yaşatan kiliseye inanın ister öldüren kiliseye! İster smokine inanın, ister av tüfeğine… Yahut ister okunan kitaplara, ister vurulanlara… Size kalmış!

Seremoni: Lelivre’ler, Sophie’ler

Film bir iş görüşmesiyle açılıyor ve Sophie (Sandrine Bonnaire) şehirden uzak -konuşmada birkaç kez vurgulandığı gibi izole- bir malikanede hizmetçi olarak işe başlıyor. Gayet iyi şartlara anlaştığını söyleyebiliriz. Ayda 6 bin frank maaş, hafif olduğu temin edilen iş yükü, iyiliksever görünen burjuva aile. Tam bu noktada gerilimin nasıl seyredeceği kestirilemiyor. Aile hizmetçiye nasıl davranacak? Birbirleriyle uzlaşabilecekler mi? Bu sorular önemli zira meskenin uzaklığından dolayı ortak bir yaşam kurulacağı anlaşılıyor. Sophie işe koyuluyor. Başlarda her şey yolunda… Patronlar hizmetçiden memnun. Görevini eksiksiz yerine getiriyor, güzel yemek pişiriyor; üstüne üstlük genç ve yüzüne bakılmayacak biri de değil. Sophie’nin pek alımlı sayılmasa bile yaşlı ve çirkin olmayışı ailenin yüzünü güldüren unsurlardan. Gerilim acaba buradan mı patlar diye düşünüyoruz. Evin erkeği Sophie’ye asılır, kıskançlık krizleri başlar, işler çığrından çıkar falan… Mösyö Lelivre (Jean-Pierre Cassel**) gençliğinde çapkınmış ve filmde öğrendiğimize göre fahişelerle ilişki yaşamayı severmiş. Hatta eşi (Jacqueline Bisset) de eski bir fahişeymiş. Fakat Mösyö Lelivre kendi halinde bir adam, hizmetçiye karşı biraz önyargılı, içten içe onun alık biri olduğuna inanıyor. Lelivre ailesinden biraz bahsetmemiz gerekiyor. Bu aile karı kocanın eski evliliklerinden çocuklarını aynı çatı altında topladıkları bir aile. Melinda (Virginie Ledoyen), Georges Lelivre’in önceki evliliğinden. Bu genç kadının eve pek sık uğramadığı söylense bile Sophie’nin işe başlamasıyla birlikte onu da evin bir parçası olarak görüyoruz. Küçük oğul Gilles ise Catherine Lelivre’in bir önceki evliliğinden. Kısacası aile üvey kardeşler ve eşlerden meydana geliyor. Catherine karakteri dedikodular göz önüne alındığında eski kimliğinin etkisinde kalmamışa benziyor. Postane müdiresi Jeanne (Isabelle Huppert)’dan hazzetmiyor ancak Sophie’yi tehdit görmüyor. Gilles sigara içmeye merak sarmış kendi halinde bir ergenken Melinda yaşı itibariyle ilk gençliğe özgü bir yaşam sürüyor, Jeremie ile bir gönül ilişkisi var. Filmdeki düğümü de dolaylı yoldan bu ilişki çözecek ve hamile kalan Melinda sınıfları karşı karşıya getirecek.

Burjuva aile… Canları cennette, …

Sırlarından başka kaybedecek şeyi kalmayanlar

Peki Sophie kimdir? Tüm kimliklerinin ötesinde bir sır sahibidir Sophie. Kendine ait bir sırrı saklayıp durur ve o sır açığa çıkınca Melinda’nın hamile kaldığını ifşa etmemek karşılığında koz olarak kullanılır, sırlar arasında bir değiş tokuş gündeme gelir. Sophie gözünü karartıp şantaja kalkışır. Bu sırrı her ne pahasına olursa olsun yanında çalıştığı aile öğrenmemelidir. Oysa Sophie’nin geçmişinde polisiye bir olay yatmaktadır ve kadın okuma yazma bilmiyor oluşunu köşe bucak saklarken babasının ölümünde ihmali (payı) olduğu Jeanne tarafından öğrenildiğinde bunu umursamaz bile. Açıkçası filmin psikolojik yorumlara kapı aralayan önemli bir ayrıntısının da bu olduğunu düşünüyorum: Aynı sınıftan iki kişinin, Jeanne ve Sophie’nin karşıtlığı… Jeanne filmdeki esas şantajcı… Neredeyse bir ajan gibi çalışıyor, sevmediği kişilerin mektuplarını okuyor, insanlar hakkında bilgi topluyor. Jeanne’ın küçük şehirde kıt kanaat yaşamını ayakta ve renkli tutabilmek adına giriştiği bu pervasızlığa karşılık Sophie oldukça silik bir tip. Sophie okuma yazma bilmeyişini, disleksi oluşunu büyük bir açmaza dönüştürmüş, zaaf bellemiş ve bu zaaf tüm yaşamını sabote edecek bir gölge halini almış. İşini kaybetmekten korkmuyor, yanlış anlaşılmaktan korkmuyor, hiçbir şeyden korkmuyor, yeter ki utancını bastırabilsin ve gerçek gün yüzüne çıkmasın. Sophie’nin, babasının ölümünde rol oynayışından zerre pişmanlık duymazken okuma yazma bilmeyişini büyük ayıbı sayması taşıdığı karakterle de açıklanabilir. Babasını öldürürken etkin bir tavır sergiliyor Sophie fakat okuma yazma bilmeyişi onu edilgin kılıyor. Bu durum aslında Sophie’nin sınıf bilinci taşımayışını ve verilen işleri bir robot edasıyla yerine getirip dinlenme saatlerinde koşar adım televizyon başına geçişini de açıklıyor. Fazlasını aramıyor Sophie. Sosyalleşmek gibi bir kaygısı da yok zira sosyalleştiğinde büyük ayıbının ortaya çıkmasından çekiniyor. Bu handikap Sophie’yi Jeanne’e yakınlaştırıyor çünkü Jeanne başkalarının yaşamına pek duyarlı değil aksine ilgisiz*** fakat buna karşın alabildiğine sıcak kanlı bir kadın. Bu özellikleriyle derin bir yalnızlığa gömülmüş Sophie’yi cezbetmekte gecikmiyor. Sophie kendini “anlamayacak”, dahası anlamaya ve dolayısıyla yargılamaya çalışmayacak nedir ki ona yarenlik etmekten de geri kalmayan bir arkadaş bulduğu için aralarındaki ilişki hayli hızlı gelişiyor. Birbirlerini tamamlıyorlar. Birbirlerini tamamlamalarında ve tekinsiz bir düzlemde gelişen tüm bir dostluk pratiklerinde iki uyumsuzun ortak yanlarını görüyoruz. Jeanne içindeki serseriyi zaman zaman özgür bırakan ancak işi ve huyu gereği düzenden tümüyle kopamayan bir karakter, oysa Sophie’nin düzenle kurduğu ilişki çok daha sorunlu. O, sürekli ayırtına varmaksızın bir şeyleri bastırmanın, bir şeyleri saklamanın telaşında. Diken üzerinde ve bu yorucu tedirginliğine sosyopati sınırlarında yorumlanabilecek türden bir vurdumduymazlık eklenince kendini yaşayamamanın, yaşadığı kadarından ise ezber bir huzur duyarak oyalanmanın, kısacası doyuma varamamanın enerjisini biriktiriyor. Jeanne işte bu enerjiyle şarj oluyor ve ikili birbirinin etkin-edilgin yönlerini destekleyerek/dengeleyerek yol alıyor. 

Lümpen bencil proleterya

Chabrol’un filmine yönelik “son marksist” yakıştırması Seremoni’de sınıfların durumunu kaba hatlarıyla olsa dahi ele almamızı zorunlu kılıyor. Burjuvazinin ufak tefek kusurlarını saymazsak hizmetçilerine karşı alabildiğine anlayışlı yaklaşmaları, genç kadının (Melinda) Sophie ile ilişki kurarken eşitlikçi bir tavır takınması anlatıyı alışageldik çizginin dışına taşırıyor. Mantıken burjuvazinin (Elbet diğer sınıfların da) kendi arasında iyi ve kötülere ayrılması icap ederken filmde zenginlerin melekvari, proleterya temsilcilerinin ise şeytandan hallice betimlenmesi kuşkusuz bir anlam taşıyor. Chabrol insan iyilik ve kötülüklerini sınıflarından ayrıştırırken suçun işlenişini de tamamen sınıfsal bir alana terk ediyor. Başka bir deyişle Lelivre ailesi kötülük yapmaya, suç işlemeye ihtiyaç duymuyor. Yasal bakımdan desteklenen bu sınıfa yönetmen de ahlaki bir üstünlük vererek yoksulları çöküntü hizasından başlatmış. Bu karanlık tabloya karşın finaldeki eylemin “tarihsel bir haklılık” içermesi filmin gerilim unsurunu yönetmesindeki başarıyı dahi aşan ideolojik bir manevra örneği sayılabilir. Burjuva ahlakı ve hukuku kapsamında (gözümüzü açtığımız düzenin kıstasları ile) değerlendirdiğimizde en kötü burjuva en iyi proleterden evla iken tarihsel açıdan bakıldığında en adi proleterin en iyi burjuvaya yeğ tutulduğu görülüyor. Tabi Chabrol bir yandan bu adi proleterya üyelerinin lümpenliğine de bir kimlik kazandırıyor. Örneğin Jeanne’nin, Sophie’nin odasında televizyon izlediği sahnede ekranda beliren yumuşatıcı reklamına tepki gösterip aleti yumruklaması, “biz Paul Newman isteriz” demesi lümpen bir bencilliği, popülizmi vurguluyor ve tüm bu olumsuz davranışlar ikilimizi haklıyken haksız duruma düşürüyor! Haklıyken haksız duruma mı düşüyorlar? Nasıl yani? Şaka yapıyorum elbette! Ha işin gerçek yanı da yok değil! Sophie ile Jeanne söz gelimi Gezi direnişine destek verseler kesin marjinal bulunup  hedef gösterilir, bir süre sonra da dışlanırlardı!

Sahnede Jeanne Paul Newman’ın filmini izlemek için Sophie’nin odasına konuk oluyor. Televizyonu açıyor, karşısına yumuşatıcı reklamı çıkınca sinirleniyor.

Kilise, burjuvazi, aile… Düzenin erkekleri ve başkaldıran kadınlar…

Yol alıyorlar dedik fakat yollarının nereye vardığı veya bir yere varmak için yol alıp almadıkları tartışılır. Lelivre ailesiyle bir çeşit suç ortaklığı kuran ikilinin kesişimi hangi koşullarda gerçekleşiyor? Nasıl bir seremoni bu? Sırlarından başka kaybedecek şeyi kalmayanların töreni ne türden özgünlükler barındırıyor ve elbette finalin ilginç mesajı… Tüm bunların dışında ise bu iki kadının ilişkisini değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Kadınlar burada ezilen kimlikleriyle mi var oluyorlar? Özellikle mi seçilmişler? Kilisenin, Burjuvazinin ve ailenin babadan, erkekten ibaret olduğunu farklı düzeylerde kavrıyoruz. Kilisenin yüzü rahip, Burjuvazinin yüzü Mösyö Lelivre ve ailenin yüzü Sophie’nin babası… Hatta tam bu noktada biraz abartıp okuma yazmanın da erkek yüzüyle karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Jeanne evin kütüphanesinden ünlü Fransız yazar Celine‘in Gecenin Sonuna Yolculuk eserini araklıyor. Maço diliyle bilinen Celine’in bir başka önemli eseri de modern şehirde türlü avarelikler ile grotesk bir tarzı örtüştürdüğü ve Jeanne karakterinin rahatlıkla dahil olabileceği Taksitle Ölüm romanı… Bu eserleri bir araya getirdiğimizde Celine’in adeta edebiyatta da bir çeşit erkek egemenliğini vurguladığını görüyoruz. Erkeğe tanınan sonsuz mücadele hakkını… Sokakta mücadelesi kısıtlanan, siyasal faaliyetleri bastırılan kadınların kilise ve aileden kurtulduktan sonra burjuvaziye yönelmeleri anlamlı bulunabilir. Öte yandan bu değerlerin mevcut sosyal ilişkileri ve eni sonu sermayeyi ayakta tuttuğu düşünülürse simgesel erkeklerin tasfiyesi de devrimci bir çıkış olarak yorumlanabilir.

Film boyunca karşımıza çıkan televizyonda bizi bir sürpriz de bekliyor. Sahnede Sophie evin salonundaki televizyonda TRT INT kanalını izliyor.

Chabrol filminde burjuvaziyi hedef alan bu birlikteliği kadın kimliğinin yanı sıra spontan bir çizgiye yerleştirmiş ve şiddetle donatmış. Yönetmen Marksist tanımlamasını neye dayanarak yapıyor kestirmemiz güç ancak filmin ikinci yarısını bir devrim kalkışmasına benzetmek mümkün. Toplumun ezilen kesimlerinden bir kesit işliyor Chabrol ve orada da “ezilenlerin ezilenleri” şeklinde değerlendirebileceğimiz kadınları öne çıkarıyor. Bu sembolik hal, ikilinin sebepsiz görünen ancak bir patlamayı da anımsatan şiddetiyle sınıfsal öfkenin politize yönünü ortaya koyuyor. Filmin bilhassa finale doğru yalnız gerilim bakımından tırmanmadığını, aynı zamanda politik bir boyut kazandığını görüyoruz ve belki sebepsiz görünen öfke akıllarda soru işareti bırakmak bir yana olanca yalınlığı ile şiddetin anlamlı kılınmasına katkı sağlıyor. Bir anlamda eylem teorinin kervanını diziyor da diyebiliriz.

Chabrol’un şakasına gülmek ya da alnımızın çatına domdom kurşunu!

Seremoni’ye dair sözü noktalarken kiliseye ve filmin müstehzi tavrına dikkat çekmek istiyorum. Avrupa sinemasında Burjuvaziye kilise üzerinden saldırmak hayli eski bir eğilimi işaret ediyor. Diğer ortaklık ise çelişkileri teşhir eden mizah vesilesiyle kurulabilir, öyle ki Seremoni filmi kara mizah türüne yakın durmasa dahi eleştirel düzlemi ve çarçabuk anlamlandırılıp sindirilemeyen finaliyle bir şakayı andırıyor. Yine okuma yazma bilmeyen Sophie’nin postacı Jeanne ile dostluk kurması için farklı okumalara müsait ilginç bir buluşma diyebiliriz. Chabrol da Haneke‘nin Funny Games’inden önce çektiği bu nevi şahsına münhasır şakasını yüzümüze gülerek bitiriyor. Sophie’nin suratında neredeyse ilk defa bir şaşkınlık kırıntısı belirirken ilahi adalet tecelli ediyor. Şu sözü hep söylemek istemişimdir, madem yeri geldi, söyleyeyim: Hepimiz ilahi bir adaletin peşinden koşarız, çünkü ilahi adalet bedavadır!

Sophie şaşkın, Sophie üzgün… Sophie… Sophielerden bir Sophie o ve proleterya partisinde en ön safta değil maalesef.

*Sayfa açıldığında karşınıza çıkan bahis sitesi reklamlarına katlanırım diyorsanız filmi şu linkten izleyebilirsiniz: https://unutulmazfilmler.pw/la-crmonie-seremoni.html
**Soyadı tanıdık gelmiştir; evet, kendisi Vincent Cassel’in de babası olur.
***Tabi bu ilgisizliği özel hayatları ihlal etmesini ve şantajlarını engellemiyor.

Haydar Ali Albayrak

Saçını Tarayanların Tarağı tarafından yayımlandı

Mahalle yanarken gözünü ekrandan, beyaz perdeden ayırmayanların sesi ve karbonmonoksit sinmiş soluğu... Televizyon, sinema, online platform... Gösteri dünyasının çeşitli mecralarında yayınlanan her türden film ve dizi hakkında eleştiri, inceleme... (Admin sinefil değildir)

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın